Kahramanım baskıya direnen kadınların yaptığını yaptı

Trajik ama iç açıcı. 140 yıl önceden ama bugün gibi. Hüzünlü ama mutluluk verici. İrkiltici ama cezbedici. Çaresiz ama umut dolu. Ölümün kıyısında ama aşkın kucağında. Baskı altında ama özgür ruhlu... Şebnem İşigüzel, İletişim Yayınları’ndan çıkan yeni romanı ‘Gözyaşı Konağı’nda bizi 1876’ya, Ada’ya götürüyor. Kaderine inatla direnen, hayatına aşkla tutunan; cesaretine, hürriyet ısrarına, zekasına, muzipliğine ve hayallerine daha ilk sayfadan tutulacağınızı iddia edebileceğimiz genç bir kadın çıkarıyor karşımıza. Gayrimeşru bebeğini doğurmak üzere ailesi tarafından adaya kapatılan bu genç kadının yaşadıklarını, kitabın içinde geçen tarihleri kapatıp okursanız, bugünün Türkiye’sinde olduğunuzdan bir an bile şüphe etmenize imkân yok. “Bu kez okurlarımı mutlu etmek istedim” diyor Şebnem İşigüzel. Ediyor da. Bu hüzünlü romanın her bir satırı bir o kadar da hayat dolu zira. Şöyle bir havalanıp 1876’ya, Abdülhamit’in İstanbul’una, dönemin varlıklı bir ailesinin en küçük kızının zihnine girmemiz için bize yolu açıyor, İşigüzel... Bir önceki romanınız ‘Venüs’te kahramanınız 1908’de bir kayığın içinde gözünü açıyordu dünyaya. Bu kez 1876’da ve Büyükadada’yız. Ne oldu da 1876’ya, Ada’ya gittiniz? Aslında başka bir roman yazıyordum. Bu roman tuhaf bir şekilde araya girdi ve kendisini yazdırdı. Kız çok güzel anlattı, ben de onu çok sevdim. Okuruma hava aldırmak istedim. Bazen diğer romanın yörüngesinden çıkamazsınız. Son romanla kızkardeşliğin sebebi bu. 1876’yı seçme nedenlerimden biri ‘Venüs’ten dolayı o yüzyılı iyi biliyor olmam. Bir de bu hikâyeyi ancak o zaman anlatabilirdim. Bugüne de uyarlanabilirdi ama ben okuruma başka bir oyun oynamak istedim. O da şuydu: “Genç kadın kahramanım yaşadıklarını ya da kurguladıklarını yazsaydı, bu yazılmış ilk Türk kadın romanı olsaydı ve ben de bunu sadece güncelleseydim nasıl olurdu?” Böyle düşünüp o döneme ait naif bir metin yazmak istedim. Her şeye rağmen mutluluk ve aşk vaat eden bir metin. Kitabın ortasına geldiğimde bir önsöz ekleyeyim dedim: Bir romanı bitirmek üzere adaya gidiyorum, bu köşkte kalıyorum. Bahçede beş mezar var. Dört kadından üçü aynı gün ölmüş, birisi onlardan üç gün sonra... Bir de kalfa kadın var, ayakuçlarında gömülü, o da 15 yıl sonra ölmüş. Konağın sahibi orada kalan kadının yazdıklarını çevirtmiş Osmanlıcadan, onları veriyor bana. Dolayısıyla yazılmış bir romanın aktarıcısı oluyorum. İstanbul’a döndüğümde konağın sahibini teşekkür etmek için arıyorum. “Halanız ilk gün bana refakat etti kendisine selamlarımı iletin” dediğimde, adam “Benim halam 10 yıl önce öldü” diyor. Bu önsözdü, sonra sonsöz oldu. Önsöz olduğunda kitabı başka türlü okutuyordu, sonsöz olduğunda kitap öyle güzel bitiyor ki bunu okumak insanı sinirlendiriyordu. Sonunda “En büyük oyununu böyle bir roman yazarak oynadın zaten” diyen editörümü dinledim. Kötücül bir roman olabilirdi ama ilk defa bir kahramanım bana direndi. Kaderine, kötülüğe direndi. O odadan çıktı, kıyıya indi, aşkı buldu... Baskıya direnen kadınların, gençlerin yaptığını yaptı yani. Evet, genç kadının yaşadıkları dehşetengiz ama hayatta kalmaya dair güçlü bir inadı var. Üstelik daha da ötesine geçip âşık oluyor. Zaten memleket karanlık. Masamın başında dibe çökmek istemiyordum. Hem mutlu olmak, hem okurumu mutlu etmek istiyordum. Ben popüler bir yazar değilim. Bu da bana hayat içinde konforlu bir alan açıyor. Bir gün, üstelik Ada iskelesinde bir kadın tanıyıp geldi. “Niye beni dertlendiren şeyler yazıyorsun” diye sitem etti. Bunu öyle coşkulu yaptı ki çevremizdekiler kadının yuvasını yıktığımı düşünebilirdi. Zaten arkamdan “Bir özür bile dilemiyor” dediler. “Hanımefendiye acı veren ben değilim, yazdıklarım” diyemedim tabii. (Gülüyor) İşte o kadının feveranı aklımdan gitmedi. Okuruma başka türlü bir aşk hikâyesi anlatmak istedim. Belki hüzünlü ama derin bir karanlığı olmayan. Romanın başında kız kendini tutuşturdu, annesinden, kardeşlerinden dayak yedi ama direndi. Yazıya ve bana direndi. O da hepimiz gibi teselli arıyordu. ‘Romanın kadınları kötü değil, kötülüğe mecbur’ Annesi, ablaları ve Bedriye Kalfa kıza çok acımasız davransa da bir şekilde onlara da tam kızamıyoruz. Bu kadınların hepsinde, tüm o kapatılmışlıklarına inat bir yaşama sevinci, aşk isteği var. Erkekler öyle bir düzen kurmuşlar ki ortada görünmeseler bile ezici güçleri devrede. Kitapta ağabey ve babayı görmüyoruz bile. O dönem o kız için başka türlü bir yol düşünülemezdi. O da zaten kızamıyor evin kadınlarına, “Kadın kadının kurdudur yalan, cemiyettir böyle yapan” diyor. Bugün zorla evlendirilen kızları için anneler çaresiz. Romanın kadınları kötü değil. Kötülüğe mecbur. Genç kadın, erkeklerin kadınlara yaptığı en büyük kötülüğün, kadınları kendilerine benzetmek olduğunu söylüyor. Acaba daha çok kadın onun gibi düşünseydi, dünya daha farklı olur muydu? Evet, her şey çok değişirdi. Bir kadının hemcinsini erkek gibi yargılaması sakat bir şey. Bu toplum en çok buradan yara alıyor zaten, erkek bakışına sahip olan kadınlar üzerinden. Öte yandan görüyoruz ki bu genç kadın –bekleneceği üzere- tecavüz mağduru değil. Bilakis, bir erkek gibi hazzın peşinde gittiği için yaşıyor bunları... Tam bir ters köşe! Doğru, arzularının peşinden giden bir kadın o... “Erkek gibi merak ettim ben de” diyor. Özgürlük istiyor. Kim istemez ki? Duyguları çok güçlü ve bu delilik değil. Romanın sonundaki durumu delilikten ayrı tutan şey bu. İnsan büyük bir şok yaşadığında onun gibi davranır. ‘Kirpiklerimin Gölgesi’nde de ‘Gözyaşı Konağı’nda da saçları, kafası yanan kız hikâyesi var... Romanlarınızda bu tip ortaklıklara sık rastlanıyor. Bir mahalle arkadaşımın sıkıntılı gençlik günleri olmuştu, saçları yanmıştı. “Kaza mı, kendisi mi yaptı” diye konuşulduğunu hatırlıyorum. Beni çok etkilemişti. Bu iki kahramanımdan farklı mutlu bir sonu oldu. Son gördüğümde çocuklarını ‘station’ bir arabanın arkasına doldurmuş yanımdan geçti. El salladı neşeyle. Kederli gençlik günleri geçmişti işte. Böyle küçük hislerle beslendi yazarlığım. Kızın bebeğiyle ilgili hikâyesi bugüne ait. Bir öğretmen bebeğini bırakıp ailesinin yanına gitmişti. Aslında bebeğini emanet edip gitmiş. Adli tıp raporu bebeğin yedi gün beslenip son üç gün aç bırakıldığını ortaya koyuyor. Annenin sorumluluğunu buna göre tartışmalıydık. Kadını linç ettiler ve ağır müebbet verdiler. O öğretmen için çok üzülmüştüm. “Geldiğimde bebeğim hareket etmiyordu” diyor, “Hemen biberon verdim” diyor. Zaten hastaneye götürüyor. Akli dengesi yerinde. Onu değil, toplumu yargılamalıyız. Adalet yerini toplum baskısıyla bulmamalı. Herkes o kadının karanlığında kendi karanlığını görüp ürktü. Ona sövüp sayanların çoğu kadındı. Erkeklerin gizlediği gerçekleri görmeyen kadınlar. Umarım davası tekrar değerlendirilir, adli tıp raporu dikkate alınır. 140 yıl önce de bugün de hiçbir şey değişmiyor. Kadınlar 1876’dan bu yana özgürlüğün, eşitliğin ulaşamadığı bir adada tutuluyor. ‘Karaman kadar karanlık bir hikâye yazamam’ Romanlarınızda çocuk istismarı, ensest, pedofili olayları çarpıcı bir şekilde karşımıza dikilir. Çocuk tacizi vakaları birbiri ardında ortaya döküldüğünde nasıl hissettiniz? Karaman hikâyesi korkunç, o kadar kirli ve karanlık bir hikâye ki mümkün değil yazamam. Yazarken arama mesafe koyduğum halde yazamam. Bence bildiğimiz çok az şey var Karaman’la ilgili. Günlerce uyuyamadım. Bu topluma vicdan tesis etmek lazım. Torunu, çocukları olan siyasilerin bu olayda bile taraf tutması, siyasi çıkar gözetmesi insanlık suçu. Çok yazık. Romanınızda sesini tek duyduğumuz erkek karakter Mehmet baskıcı iktidardan bahsediyor sıkça. “Sanatçıları, düşünceleri cezalandıran rejimler her zaman kötü görünür” diyor. Mehmet şu anda burada olsa ne derdi? “Hiçbir şey değişmemiş” derdi! Ki Mehmet’le Abdülhamit birbirlerine, Abdülhamit’in şehzadeliğinden beri gıcıklar. Abdülhamit’in en başta bir özgürlük vaadi var. Mehmet bunun yalan olduğunu söylüyor. Bugün onun öngörüsüne keşke daha fazla insan sahip olsaydı. Abdülhamit hiç umudu yokken tahta çıkıyor ve her şeyi sarsıyor. Halkının mutluluğunu istemeyen zalimlerin ilham kaynağı. Onun iktidarının başlangıcını görmek heyecan vericiydi. Yazdıklarınızı ‘irkiltici ama hayat dolu oluşuyla da cezbedici’ şeklinde ifade etsem ne dersiniz? Evet, katılırım. Latife Tekin Twitter’dan mesaj göndermişti, “Çok samimi ve çok içten” diye... Gücümü oradan alıyorum sanırım. Goethe babamız demiş ya “Gönüllere dokunacaksa gönülden gelmeli.” Hakikatten bir kitap geliyor ve kendini yazdırıyor. Yazdığım anla çok bütünüm ve o an da çok mutluyum. Sonrasıyla ilgili hiçbir hesabım olmuyor. ‘Hanene Ay Doğacak’tan beri 23 yıl geçti. Genç bir insan ömrü kadar vakti edebiyata, yazıya adadığım için mutluyum. Yazarlık şöhretinden çok, ne yazacağımın hayalini kurdum. Kadınların ve gençlerin sesine ses katmaya devam edeceğim. ‘Hanene Ay Doğacak’tan beri beni en çok gençler ve kadınlar sevdi. Onlar benim kahramanlarım aynı zamanda. Kutsal annelik masalını reddediyorum Uzun bir aradan sonra ikinci çocuğunuzu doğurmuştunuz, şimdi biri genç kız, biri küçük bir oğlan, iki çocuğun annesi olarak yazarlık nasıl yürüyor? Herkes gibi. Kadınlığı annelik üzerinden taçlandıramayız. Romantize de edemeyiz. Yorucu, insanı sarsan bir şey annelik. Çocuklarımı çok seviyorum. Ama kutsal annelik masalını reddediyorum. Anneliği kadın seçmeli. Ama toplum bunu zorla dayatıyor. Kadınlar haklı olarak bıkkın ve yorgun. En çok çocuklarımın anılarında nasıl yer bulacağımı merak ediyorum. Tamar’a okumayı öğretmek için bütün yaz mektup yazıp şişelerin içinde kıyılara bırakmıştım. Bulur, okumaya çalışırdı. Okumayı öyle öğrendi. Şimdi anlatıyor. Ben de bunu bile hikâye edişime ve enerjime şaşıyorum. Sırada yazar olduğum yeni yeni anlayan oğlum var.