Sarmaşık

Şebnem İşigüzel bu romanında dehşetli, kocaman bir evren yaratıyor. Sizi o evrene alıyor ve siz orada, kitabı okurken kapıldığınız hislerle kalakalıyorsunuz. Hayata katılmaktan vazgeçip Sarmaşık’ın vaat ettiği dünyada yaşıyorsunuz.

İstanbul. Birisi ressam, diğeri meşhur bir yazar olan iki tuhaf adam bir doktorun muayenehanesinde tanışırlar. Akıllara durgunluk veren tesadüflerle sarmaşık misali birbirlerine dolanırlar. İkisinin hayatında geçmişte kaldıklarını düşündükleri ne varsa bütün sırlarla birlikte birbirine geçer.

Bir okuru Şebnem İşigüzel’e “Sarmaşık’ı okumaya başladım ve roman bitene kadar işe gidemedim,” diye başlayan bir mektup yazmıştı. Mektup şöyle devam ediyordu: “Romanı bitirdikten sonra çalıştığım küçük büroda herkese anlatmaya başladım. Okuduklarımın etkisinden kurtulamıyordum. Merak edenler romanı aldılar ve okumaya başladılar. Bu yüzden işimden oldum. Hiç üzülmedim. Zor olacak ama yeni bir iş bulabilirim. Ama romanınızı, Sarmaşık’ı unutamam.”

SARMAŞIK'TAN

ALEX BURADAYDI

“Nadya Tatyankova.”
12. Su Sporları Müsabakaları’nın yapıldığı Paris’teki salonda, bu anons çığlıklarla karşılandı. Sadece Nadya Tatyankova’nın ismi değil, sekiz kişiden oluşan Rus senkronize yüzme takımındaki bütün sporcuların her birinin adı anons edildiğinde salon çığlıktan, alkıştan inliyordu. Nadya, mavi mayosuyla havuzun kenarında durmuş, karnını içeriye çekmiş, bir elini öpülmesini istercesine ileriye uzatmış, sol ayağını parmak ucuna dayamış ve dimdik duran gövdesinden yarım adım öne çıkarmış, burnunu havaya dikip, ağzını aralamış, gözlerini tek bir noktaya odaklamış, müziğin başlamasını, o sihirli notayı duyar duymaz takım arkadaşlarıyla aynı anda yay gibi gerilip geniş bir kavis çizerek, tıpkı bir yunus gibi havuza atlayacakları anı beklerken, salondaki coşkunun ne kadar şuursuzca olduğunu düşündü. Sanki takım arkadaşlarının her biri Madonna’ydı. Bu, Nadya’nın konsantrasyonunu bozacak bir düşünceydi. Her şeyi kafasından defetti. Zaten müzik de başlamıştı.
Rus su balesi takımı, aynı anda Mavi Yunuslar gösterisini yapmak üzere havuza atladı. Mavi parlak mayoları, pürüzsüz tenleri, sıkıca toplanıp minicik topuz yapılmış saçlarıyla, daha da önemlisi bir yunusa aitmiş gibi duran yüzleriyle, sekiz yunus gibi sıçramışlardı havuza. Olimpik havuzun içinde kolları vücutlarına bitişik sıçrayıp duran kızların insanlıkla ilgisi yoktu. Onlar, Rusya’nın sabit 29 derece sıcaklıkta tutulması, gün aşırı suyunun değiştirilip ilaçlanması imkânsız olan havuzlarında, günde on iki saat Mavi Yunuslar gösterisini çalışa çalışa evrim geçirerek yunusa dönüşmüş sporcularıydı. Hepsi bir yunus gibi gülüyorlardı ve suya dalıp çıkmaktan, burunları bir yunusunki gibi uzayıp yassılaşmıştı.
Organizasyon komitesinin verdiği para, Paris’te bir öğün yemek yemelerine olanak tanıyordu. Aç sayılabilirlerdi. Gümrük’te Nadya’nın bavulundaki şekerli ekmeğe el konulmasaydı bütün kafile doyardı. Herkes Nadya’nın bavulunda bulunan şekerli ekmeklerle dalga geçmişti. Zavallı Nadya, gümrük görevlisi bunları bulduğunda, kulaklarına kadar kızarmıştı. Gösteri öncesi tıka basa yemeleri zaten tavsiye edilen bir şey değildi. Ama gösterinin çok öncesinde, en azından akşam yemeklerinde, onları sıkı ziyafet sofralarının bekliyor olması gerekirdi. Gelin görün ki durum böyle değildi. Annesi bunu düşünerek orada aç kalacaklarını hissedip, şekerli ekmekleri kızının bavuluna koymuş, o da itiraz etmemişti.
Paris’in ışıltısı, kalabalığı, güzel elbiseli kadınları, onların mis gibi parfümleri, başlarını döndürüyordu. Sekiz kız, eşofmanlarıyla birbirlerine sokulmuş halde, Paris sokaklarını turluyorlardı. Işıklar, en çok ışıklar gözünü alıyordu Nadya’nın. Neşeli insan sesleri, mutlu insan yüzleri. Paris’teki hayat, ağır ağır akıp gidiyordu etrafından. Nadya bu ışık selinin arasında, mutluluktan ve sevinçten ağlayabilirdi.
Pont Neuf’de durup, ağır ağır akan Seine nehrini seyrettiler. Onları uzaktan görseydiniz, şaşardınız. Senkronize yüzmenin, yani halk arasında bilinen adıyla su balesinin en önemli özelliği olan, o eşzamanlılık iliklerine işlemişti. Hepsi, her şeyi aynı anda yapıyordu ve eminim bundan haberleri yoktu. Bana kalırsa, en büyük gösterileri, karada sergiledikleri bu eşzamanlılıktı. Aynı anda dönüyor, aynı anda başlarını çeviriyor, hepsi birden aynı yöne bakıyorlardı. Bu meslek deformasyonundan habersizdiler. “Hayatta çoğumuz kendimizden bihaber yaşarız. Başkalarını seyrederiz ama dönüp kendimize bakamayız. Aynalar nasıl göründüğümüzü göstermez. Suretimizi çizen tedirginliğimiz, güvensiz bakışlarımız, korkak yürüyüşümüz, ne kadar bağırsak da yükselmeyen sesimizdir. İyi çizilmiş bir ağız, derin bakışlı gözler, muntazam göğüsler oluşturmaz güzel bir kadını.” Kim söylüyor bu saçmalıkları! Takımın çalıştırıcısı Azman Pedro. Tam onun ağzına yakışan laflar bunlar.
Azman Pedro, sekiz su perisinin bunları düşünemeyecek kadar genç ve şaşkın olduğunu unutuyordu. Seine nehrine bakarken, tek hayalleri bir yaz günü o sularda, Mavi Yunuslar gösterisini sunabilmekti. Bu oyunlarda ilk üçe girecek olan takım, gelecek yaz yapılacak bu gösteriye katılabilecekti. O gösteriden iyi para kazanacaklar, Yves Saint Laurent’in hazırladığı su geçirmez mayolarla kulaç atacaklardı. Mayolar su geçirmezdi, zira Seine, yüzülmesi kirlilik nedeniyle yasak bir nehirdi. Düş gibi bir gösteri olacaktı bu. Üstelik o zaman, ik hafta boyunca tam pansiyon Paris’te kalacaklardı. Çünkü o organizasyonun sıkı sponsorları vardı. Tek yapmaları gereken bu yılki Su Oyunları Müsabakası’nda birinciliği göğüslemekti. O zaman altın birer madalyaları ve on dörde pay edilecek 20 bin dolarları olacaktı. Şimdi her birinin Rusya’ya birer dönüş bileti ve bir günlerini geçirmeye yetmeyeck kadar cep harçlığı vardı. Sekiz su perisi, bu hayallere cup diye atlamamak için kendilerini zor tuttu ve aynı anda köprünün korkuluklarını bırakıp, yürüyüp gitti. Mükemmel bir eşzamanlılık söz konusu olduğu için, burada sekiz kişiden tekil kişi ekleriyle söz etmekte sakınca görmüyorum.
Nadya Tatyankova, su perileri içinde en tatlı olanı, en yumuşak bakanı, aynı zamanda en dertli görüneniydi. Sevgili nişanlısı, batan denizaltı Kursk’taydı çünkü. Denizin altında, karanlıkta. Paris’e gelmeden bir hafta önce cereyan etmişti bu olay. Henüz denizin dibinde ne olup bittiği bilinmiyordu. Herkes Nadya’ya bunu söylüyordu. Bu kafa karışıklığıyla gelmişti Paris’e. Nişanlısı Alex, okyanusun dibindeydi. “Muhtemelen yaşıyorlar,” diyordu Nadya’nın babası. “O nükleer denizaltı sadece dibe çökmüş. Kapalı bir kutunun içinde kurtarılmayı bekliyorlar. Ciğerlerini yaşamak için bol havayla dolduran kurtulur.”
Yazları, Moskova yakınlarındaki Takrisa gölünde, Alex istediği kadar suyun dibinde kalabiliyordu. Ciğerleri yaşayabileceği kadar havayı depolamaya müsaitti anlayacağınız. Gölde geçen yaz günleri, Nadya’nın hafızasında mücevher gibi duruyordu. Onlar, aşklarının en güzel günleriydi.
“Bir ömür bu günlerin hatıralarıyla güzel kılınabilir.” Bunu söyleyen, kitapları, şiirleri çok seven Alex’ti. Nadya, Alex’in âşık olduğu için değil, kitaplarla, şiirlerle arası iyi olduğu için bu kadar güzel konuşabildiğini düşünürdü. “Yanılıyorsun,” diyordu, İstanbul’da çalışan ablası Ludmilla:
“Çok şanslısın Nadyla, o çok hassas bir genç. Aşkınızı bütün kalbiyle yaşıyor.”
Gölde sandalla dolaşırlardı ve en has romantiklere, âşıklara özgü bir şeyi yapardı Alex, ona şiir okurdu:

Son limana girdi, demirledi gemi, çıkmamak üzere.
Çünkü ne rüzgârdan, ne de gün ışığından medet var artık,
Işık taşıyan şafağı terk ettikten sonra,
Oraya gömüldü, gün misali kısa ömürlü
Kaptan Eudemos’la gemisi.

Gölde, bir yaz günü gezintiye çıktıkları sandalla, güneşten kaçtıkları kıyıdaki ağaçların gölgesindeler şimdi. Kürekleri bırakmış Alex, sandalın bir ucuna uzanmış, gözlerini Nadya’dan ayırmadan bu şiiri okuyor. Sessizlik, güneşten sonra kavuştukları gölgenin serinliği, kuşların çırpınışı, yumuşak ayak sesleri, kıpırtılar. Bu duygu, “Huzur,” diyor Alex, şiiri bitirip etrafa baktıktan sonra, “Huzur ve Aşk.”
Bu hatıraya tüm gücüyle tutunuyor Nadya. Alex’i Kursk’un içinde, okyanusun soğuk gövdesinin en dibinde düşünmüyor da, o gölde, gölün ışıklı sularına dalıp çıkarken, onunla öpüşe öpüşe balçık kaplı gölün dibine inerlerken düşünüyor. Kafasında, o gölle ilgili en güzel resim de bu. Birbirlerine iyi huylu sarmaşık gibi dolanmışlar; başka bir dal, başka bir kök yok, arsızca onlara dolaşan. Sadece ikisi; bacakları, kolları, parmak uçları. Alex’in suda dağılan sarı saçları, dalgalanıp çelenk gibi o güzel başını sarıyor. Her öpücük, aşklarını göle akıtan gümüş parlak hava kabarcıkları. Ayakları gölün balçık dibine değdiğinde, Alex kucaklıyor Nadya’yı. Nadya onun kollarında çıkıyor yeryüzüne.
“Ne değerli bir an.” Başlarını gümüş rengi sudan çıkardıklarında, o, böyle söylediğinde, Nadya bunu önemsemez görünürdü. Her şaşkın kız gibi hayatının değrli ve eşsiz anlarının farkında değildi. Gençlik körlüğümüzdür, yaşlılık ise uyanışımız. Ruhumuzun gözü açılmıştır ama ne fayda? Tutmayan eller, sızlayan eklemler, kıvrılmayan bacaklar, görmeyen gözlerle uyanışımız ne fayda... Eşsiz ve değerli anları titrek bir el hafızada ayıklar. Bütün gençliğimi, bu eşsiz anlarla donatmak vardı ya, der o titrek el, bu keder verici işi yerine getirirken. Boş versenize siz! Hayatta en berbat şey romantizmdir. Romantizm insanın yaşama gücünü azaltır.
Nadya, bütün şaşkınlığına ve havailiğine rağmen hayatın gerçeklerini sezebiliyordu. Işıklı göl hatıralarıyla bezeli beraberliklerinin, evlendikten sonra, odasındaki duvar kâğıtları gibi eskiyip çirkinleşeceğinin farkındaydı. O duvar kâğıtları, gözüne hiç daha başka görünmezdi; çizgileri, kıvrımları, hardal renkli duvar kâğıdını yeni baştan yaratmaya, yıllardır görülmemiş yüzünü göstermeye uygun yaratıcılıkta değildi. Sanat eserleri kendilerini yüz yıl boyunca, yeniden var edebilecek bir enerjiyle yapıldıklarında yeryüzünde kalma hakkına sahip olurlar. Mona Lisa’nın böyle bir enerjisi vardır sözgelimi. Van Gogh’un, Mark Ernst’in, Vermeer’in, Jan Van Eyck’in, Velasquez’in, Rembrandt’ın, Picasso’nun her resminin. Bu saydıklarımın bir kısmının Nadya’yla ilgisi var. Nadya’yı hayata küstüren o çirkin duvar kâğıtlarının üzerinde, bir Mona Lisa, şu en bildik Van Gogh’lardan birisinin ve Picasso’nun ‘Franco’nun Rüyası ve Yalanı’nın röprodüksiyonu asılı. Artık kışları ısıtılamayan, bu bin daireli sitenin, yüz dairelik bloğunun, on dördüncü katındaki, yetmiş dokuz numaralı dairenin iki odasından birindeki bu hardal renkli duvar kâğıtları, Nadya’nın midesini bulandırdığında, bu üç röprodüksiyondan birisi onu yatıştırırdı.
23 yaşındaki Nadya Tatyankova, okyanusun dibinde, Kursk denizaltısının içinde, onu düşündüğünden emin olduğu Alex’le yeni bir hayata başlayacağını biliyordu. Sıkılmasının on yıl alacağı yeni duvar kâğıtlarıyla kaplı bir apartman dairesinde başlayacak yeni bir hayat. Alex, uzun seferlerinden pırıl pırıl üniformasıyla dönecekti. Acaba bir koca olarak Nadya’ya ne anlatacaktı? İşi nükleer bir denizaltıyla, denizlerin dibinde, karanlıkta yol almak olan bir koca, eve dönünce karısına ne anlatırdı?
“Ne anlatacak?” derdi ablası Ludmilla, “İşiyle ilgili sana ne anlatabilir ki? Bol bol düzüşürsünüz.” Onun ağzından duymamasına rağmen, ablasının İstanbul’da fahişelik yaptığı söylentisi dolaşıyordu ortalarda. Ludmilla kendisine Türkler sorulduğunda, “Bizden sefil durumdalar ama haberleri yok,” derdi sadece. İstanbul’u ise, “Senin Alex’inin yol aldığı denizlerin dibi kadar karanlık bir şehir,” diye anlatırdı.
Nadya, Paris seyahatinden sadece bir kartpostal aldı. Bunu kendisine düğün hediyesi olarak çerçeveletip duvarına asmak niyetindeydi. Tesadüfün böylesi, kartpostal, Jan Van Eyck’in şu meşhur ve en bilinen tablosu, Ali Ferah’ın karşı penceresindeki gebe Sedef ve kocasına bakarak hatırladığı ‘Arnolfini ve Karısı’ydı. Nadya, tablodaki kocayı Alex’e çok benzetmişti. Moskova’da sıradan bir evin duvarında, ucuz bir çerçevenin içine oturacak o şaheserin tek işlevi, yıllarca Nadya’ya, Alex’le iyi günlerini hatırlatmak olacaktı.
Nadya’nın kalbimin sesi dediği bir yanı vardı. Şaşkın, şuursuz genç kızların tanrı vergisi gücü; hissetmek. O, aşk dolu beraberliğinin evlilik sonrasında ışıklı Takrisa gölünde geçen günlerinden hızla uzaklaşıp, iki çocuklu, gürültülü, Alex’in tıpkı işsiz bir mühendis olan babası gibi aletle oturacağı ve her şeye küfür edeceği bir mutfak masasına savrulacağını biliyordu. Takrisa gölünde, kürekleri ağır ağır çekip Nadya’ya şiirler okuyan hassas Alex’ten, böyle bir değişim geçirmesi beklenebilir miydi? Nadya’nın kalbi böyle diyordu, ama ona asla evlilikten vazgeçmesi gerektiğini öğütlemiyordu. Kelebek kanatlarının incecik titreşmesi gibi bir şeyi daha hissediyordu Nadya: Alex yıllar sonra bezgin, dertli, kederli mutfak masasına oturmuş, her akşam patatse püresi kaşıklamalarına ve lahana çorbası içmelerine küfürler savuracak ama yine de onu sevecekti. Takrisa gölünün balçık kaplı dibinden kucaklaşarak yükselmeleri gibi, evliliklerinin dibe vurduğu her an birbirlerine dolanacaklar, birbirlerini teselli edeceklerdi. O mutluluk anları da kuşkusuz çok kısa sürecekti. Bir sefer dönüşü bibirlerini yine mutfak masasında mutsuz, kederli, bıkkın otururken bulacaklardı. Alex üniformasını çoktan çıkarmış, üç günlük sakal bırakmış, ağzından akan salyaları elinin tersiyle silemeyecek kadar sarhoş olacaktı.
“Şu Nadya ne garip bir kız,” derdi annesi. “Evliliğimin senin evliliğinden hiçbir farkı olmayacak, diyor hep. O pırıl pırıl Alex’in, ayyaşın teki olup çıkacağına inanabiliyorsan, ben de senin boğularak öleceğine inanırım. Anlayacağın bu düşüncen o kadar saçma!”
Nadya gibi mükemmel bir yüzücünün boğularak ölmesi ne kadar imkânsızsa, Alex’in huzursuz, mutsuz, ayyaş bir koca olması da o kadar gerçekle ilintisizdi ha! Oysa hayatın bize her şeyi gösterecek gücü vardır. Babası da buna benzer şeyler söylerdi. İçinde bulundukları duruma atfen, “Hayat insana neler gösteriyor,” derdi. İstanbul günlerini anlatan ablası Ludmilla’yı dinlerken söylerdi bunu. “Kim derdi, koskoca Sovyetler çökecek ve Yuri’nin altın damlası iki kızından birisi, İstanbul’da ağzı bok kokan serserilere uşaklık edecek. Söyle o Türklere, bugün Moskova’nın bütün yollarını yapan Yuri’nin başına bu geldiyse, yarın onlarınkine de gelebilir.”
“Onlar şanslı,” deyip gülüyordu Ludmilla.
Sekiz tatlı, zarif yüzücü kız, Mavi Yunuslar gösterisini başarıyla sürdürüyorlar. Böyle giderse altın madalya ve büyük ödül, gelecek yaz Seine nehrinde düzenlenecek gösteriye katılma hakkı, on beş günlük Paris seyahati onların. Bu birincilikten payına düşen parayla Nadya, Alex’le birlikte oturacağı evin bütün duvar kâğıtlarını söktürebilir. Duvar kâğıdı yerine duvarları renk renk boyatabilir. Gümüş şamdanlar alabilir. Bunlar, başlangıçta bir yuvayı mutlu etmeye yetebilir. Nadya bir bacağını dimdik sudan dışarı çıkarıyor. Sekiz uzun, pırıl pırıl bacak aynı anda, tam tersi yönde kıvrılıp suyun içinde kayboluyor.
“Bir yunus gibi fırlayacaksınız kızlar! İzleyiciler sizin bir yunus olduğunuzu düşünecekler.” Çalıştırıcıları Azman Petro, günde bin defa söylerdi bunu.
Gösterinin son bölümü. Havuzun ortasına kadar dalıp, dönerek çıkmaları gerekiyor. Nadya son hızla dalarken havuzun dibinde Alex’i görüyor. Alex tıpkı yazın gittikleri Takrisa gölünün balçık kaplı dibinde olduğu gibi duruyor. Üzerinde üniformaları, sanki Kursk’un içindeymiş gibi. Saçları ağır ağır dalgalanıyor. Alex havuzun dibinde vedalaşmak ister gibi Nadya’ya el sallıyor. Nadya gösteriyi oracıkta bırakıp, havuzun en köşesine ve en dibine iniyor. Alex’le el ele tutuşuyor, birbirlerine sarılıyor, öpüşüyorlar. Yüzlerce hava kabarcığı kuşatıyor etraflarını. Birbirlerine, tıpkı gölün dibinde olduğu gibi, sarmaşık gibi dolanıyorlar. Nadya, Alex’in kollarında ağır ağır yükseliyor. Alex bu, gerçekten o. Bunun hayal olmadığına bütün kalbiyle inanıyor Nadya. Hayatının en mutlu anı. Ali Ferah’ın tecavüz kurbanı annesinin ne söylediğini hatırlıyorsunuz, değil mi? “Hepimizin hayatı tek bir andan ibarettir.” Nadya’nın hayatı da Alex’in kollarında, o havuzda yükseldiği sahneden ibaret. Havuzdan çıktıktan sonra aklını yitirebilir, Nadya’ya her şey olabilir.
Nadya, başının üzerinde kıpırdayan suyu hissediyor, tribünleri neredeyse görüyor, Mavi Yunuslar gösterisinin müzğini duyuyor. Alex onu oracıkta bırakıp, öpüp göğsüne bastırıp, hızla dibe dalıyor. Havuzun dibi kararıyor, görünmez oluyor. Nadya bir kez daha Alex’i görme umuduyla bütün dikkatiyle havuzun dibine bakıyor. Gördüğü korkunç bir karaltı. O karaltı yavaşça aydınlanıyor. Kursk’un ürkütücü gövdesi, Alex’in mezarı, havuzun dibinde duruyor.
Başını sudan çıkarıyor Nadya. Mavi Yunuslar gösterisi bitmiş. Diğer yedi su perisi, havuzun ortasında halka olmuşlar, şaşkın şaşkın eşzamanlılığı garip bir biçimde bozan ve havuzun diğer ucundan çıkan Nadya’ya bakıyorlar.
Kötü puanlarını duymaya, seyircilerin şaşkınlık seslerini işitmeye güçleri yok. Sırtında, bayrakları işli olan, eski bornozlarına bile sarınmadan soyunma odasına koşuşuyorlar. Herkes sessiz, eşzamanlılık ilkesini bozmadan, gözlerini Nadya’ya dikmiş bakıyor. Zavallı Nadya, ıslak, burnunun ucundan bile su damlar bir vaziyette, bir taburede oturuyor. Arkasında kapakları aralık, açık, metal dolaplar. Gözlerini yerden ayırıp takım arkadaşlarının yüzüne bakamıyor. Çalıştırıcıları geliyor, Azman Petro, burnunun dibine kadar geliyor Nadya’nın. Yumuşakça çenesinden tutup, Nadya’nın zarif yüzünü kaldırıyor.
“Bunu neden yaptın, Nadyacık?”
Azman Petro’nun tokadıyla Nadya kendisini yerde buluyor. Burnundan ve patlayan dudağından sızan kan, yerde o kadar düzgün bir yol çiziyor ki Nadya buna şaşıyor.
Kimse Nadya’yla konuşmuyor. Kimse onun yüzüne bile bakmıyor. Eşofmanları ve el valizleriyle Orly Havaalanı’ndalar. Bütün takımda, sıkıntıdan olsa gerek, saçlarının günlerce, saatlerce kurumadığı paranoyası oluşmuş. Gergin saçlarının ucundaki minik topuzları sıkıp duruyorlar. Sanki her defasında, minik topuzlarından bir damla su çıkıyor. Havaalanındaki kafeteryalarda televizyonlar var, haberler, Kursk. “Onları kurtarmak artık imkânsız.” Bir yetkili böyle söylüyor. Kıyıda durmuş insanlar, ağlayan kadınlar, adamlar, çocuklar, denizciler ve Putin denize çiçek atıyor. Herkes uçsuz bucaksız Barents denizine el sallıyor. Ekranda Fransızca, “İmpossible” yazıyor. Nadya oracıkta, Alex’le ikinci kez vedalaşıp arkasına bile bakmadan çekip gidiyor. Moskova biletini İstanbul’a çeviriyor. Ablası Ludmilla’nın yanına gidecek.
Uçakta günlüğünü açıyor, Alex’in öldüğünü yazıyor. İstanbul’a uçuyorum, diyor. Sonra kendince bir şiir uyduruyor: “Sarmaşık gibidir insan, kime dolanacağı hiç belli olmaz/Sarmaşık gibidir hayat, nereden geçip nereye tırmanacağı hiç belli olmaz.”
Çantasından ‘Arnolfini ve Karısı’ isimli tablonun olduğu kartpostalını çıkarıp bakıyor ve arkadaki aynayı, aynanın içindeki ressamı ve ‘Jan Van Eyck Buradaydı’ yazısını fark ediyor. Alex oradaydı, diyor.