Sevgiye anlam uydurulur mu? - 18/01/2007

'Belleğin Kış Uykusu' romanı Agora Kitaplığı'ndan çıkan Mehmet Eroğlu'yla yazar Şebnem İşigüzel konuştu

İSTANBUL - 1 Nisan 2007'nin perşembe yerine pazar gününe denk gelmesi büyük talihsizlik. Öyle olmasaydı sizi bu sayfalarda hayali bir söyleşiyle ağırlayabilirdik. Siz beni o zaman görecektiniz:
Öte dünyaya geçer Ted Hughes'u, Ahmet Haşim'i, Halide Edip'i bulup konuşurdum. Pekâlâ, Ahmet Haşim'in şark çıbanına bakıp bakıp, 'Neden sevmediniz o güzel şiirlerin altından çıktığı şu güzel başınızı?' diye sorabilir, Halide Edip Adıvar'a görüşmemizin en başında, hiç tereddütsüz, 'Tarih yazmaz ama ben yazarım, siz yeter ki anlatın' derdim. Ancak benden istenen hayali bir görüşme değildi. Gerçek karşısında ters dönmüş kaplumbağa kadar aciz olduğumu nereden bilecekler? Rüzgâr gibi giden atın üstündeki beceriksiz süvari, en güzel manzaraların karşısında gözlerini papuçlarına diken hayalperest! Hepsi benim, söyleşi gerçek!
Kuşkusuz bir önceki cümlede lafı kesip söyleşiye geçmek daha iyi olacaktı ama söyleyeceklerim bitmedi: İlk Mehmet Eroğlu romanını lise birinci sınıfta okudum. Latife Tekin, Orhan Pamuk romanlarıyla birlikte. Türk edebiyatına gökten düşmüş üç elma gibiydiler. Yıllar geçti, ben yazar oldum, doğurdum, kafamdaki edebiyat evini yerleştirdim. Fırsat bulduğumda o evde kimi hangi köşeye, nasıl ve kimlerle birlikte yerleştirdiğimden sözgelimi Dostoyevski ve Martin Amis salondaki poker masasının başından ayrılmazlar, Nabokov her yürüyüşe çıktığında yağmura yakalanıp döner, Orhan Pamuk ona güler, kapıyı ya Kazuo İsiguro ya Peyami Safa açar, gençler mutfak masasında oturur vs. vs. söz etmek isterim. Mehmet Eroğlu'nun son romanını okurken ve kendisini yerleştirdiğim edebiyat evindeki odasının kapısını çalarken 16 yaşında ilk okuru olduğum günlere dönmeye gayret ettim.
Romanın başındaki hikâye bellek yitimi mi yoksa rüya mı?
İkisi de. Unutulmaya mahkûm bir rüya içinde gerçekleşen bellek yitimi de diyebiliriz Bay M'nin öyküsüne. Neden mi böyle oldu? Bay M'nin yeni bir hayat edinebilmesi için önce geçmişteki bağlarından kurtulması gerekmekteydi. Eğer kahraman yeni bir hayat edinme amacıyla ileriye doğru adım atacaksa geride geleceğini gölgeleyecek, seçimlerini etkileyebilecek tortu kalmaması, başka bir deyişle özgürleşmesi şarttı. Bununla birlikte Bay M'nin yeni hayatına başlamadan önce geçmişini yeniden hatırlaması gerekmekteydi. Bay M'nin yolculuğu fantastik bir yolculuk, roman da fantastik öğeler içeren bir roman. Bu da ancak düşle mümkün. Düş olmasaydı kurguda olayları yerine oturtmak mümkün değildi.
Romana başlamadan önce bellek ve hafıza üzerine bir okuma yaptınız mı?
Hayır, hiçbir okuma yapmadım. Yani, bellek ile ilgili okuma yapmadım. 'Belleğin Kış Uykusu'nda bu konuyla ilgili söylediğim her şey, o sırada aklıma gelen ya da kendi kişisel deneyimlerimden yola çıkarak yazdıklarım. Ama ben kişisel bellek yitiminden çok unutmanın, unutuşun üzerinde duran bir kişiyim ve hep söylerim: esas olan unutmamaktır. Ben, eğer her şey unutulacaksa en son unutan olmayı dileyenlerdenim. Belleği de, kişisel olmaktan çok toplumsal bellek olarak önemsiyorum. İnsanların bellekleri tabii ki önemlidir, ama ondan daha önemli olan toplumsal belleğimiz. Bu bellek zayıflarsa unutmanın faturası bireylere tek tek çıkarılır. Böyle durumların, dönemlerin örneklerini geçmişte yaşadık. 10 senedir edebiyat ve yazma seminerlerinde dersler veriyorum. Toplumun çeşitli kesimlerinden değişik insanlar görüyorum. Yaşı 60'lara yaklaşmış profesörlerden, 18 yaşındaki gençlere kadar. Üzücü ama 35 yaşın altındakilerde toplumsal belleğin belirtilerinin oldukça silik olduğunu söyleyebilirim. Bu o gençlerin suçu değil. 1980'den sonra öyle bir sistem oluşturuldu ki, bu düzen geçmişi, toplumsal kaygıların olduğu dönemleri yok sayıyor.
Romanınızda trende bir çocuğun varlığı ortaya çıktığı vakit aklıma Solaris geldi. Bunu değil ama bir fizik okuması yapıp yapmadığınızı merak ettim. Çünkü treniniz izafiyet teorisindeki gibi hareket ediyor?
Yazar, sen de biliyorsun, sayısız kaynaktan besleniyor sonra bunları yeri geldiğinde kullanıyor. Yani, edindiğimiz bilgilerin nerede ve nasıl uç vereceği pek bilemeyiz. Özel bir fizik okuması yapmadım. Ama fiziğim hep iyi idi. Fizik olimpiyatı takımı için seçmelere bile katıldım. 'Belleğin Kış Uykusu'nu yazarken bellek için beyni incelemeyi düşünmedim. Tıbbi olarak öğrenmeye kalkarsan bunun sonu yok ve yanlış pistlere sapabilirsin. Ayrıca sanatçının yarattığı gerçek, bütün gerçeklerden daha inandırıcıdır.
Bellek bugün sinemanın ilgisini çeken bir konu. Bunu neye bağlıyorsunuz?
Anlaşılan seni bellek yitimi epeyce etkilemiş. Nedeni ne olabilir bilmiyorum. Bellek yitiminden söz etmek bir unutma korkusu mudur yoksa unutma isteği midir? İkisi de olabilir. İnsanlar, biliyorsun, belli durumlarda, hayatları bir kördüğüme dönüştüğünde bir kaçış noktası arıyor ve diliyorlar. Her şeyi yeni baştan yaşamak, geçmişi silmeden, bu mümkün değil. Bedenimizi yok etmeyeceksek, çünkü bedensiz olamayız, tek çözüm belleği ortadan kaldırmak. Çünkü kişiliğimizin izleri bedenimizde değil belleğimizde. Belleğimiz ruhumuzun kasası gibi. Ruhumuz beden dediğimiz tabutun içinde, ama yine de nüvesi bellekte.
Roman, altı çizilecek cümlelerle dolu. Bunlar romanın ayağına dolanmış ağırlıklar haline de gelebilirdi. Bu tehlikeyi nasıl atlatıyorsunuz?
Umarım olmuştur, yani yerli yerine oturmuş, metnin içine yedirilmiştir bu cümleler. Cümleler güçlü olduğunda, metnin önüne çıkma tehlikesi taşıyabilir. İyi yazarlar kahramanlarının adıyla anılan roman yazanlardır. Bir romanın kahramanı aklımızda kalıyorsa, bu iyi roman olduğuna ilişkin bir işarettir. Ben seçtiğim roman temalarını trajik temalar olarak tanımlıyorum, bu temaları temsil edecek en önemli roman unsuru da kahramanlar. Roman okurken önemsediğim ikinci nokta, bir durumu, bir insanı, bir duyguyu ya da bir nesneyi o güne kadar olduğundan daha değişik ve çarpıcı olarak tanımlama becerisidir. Bunu başaran yazarları her zaman önemsemişimdir. Önemli ve kalıcı yazarların çoğunda altı çizilecek cümleler vardır. Beğendiğim bütün romanları da öyle okurum. Notlar alırım. Bu aynen size ilham veren müzik temasından çıkarak varyasyonlar yapmaya benziyor.
Yazacağım zaman genellikle bir soruyla yola çıkıyorum. Temanın ortaya çıkmasından sonra ilk düşündüğüm şey romanın sonudur. Hep romanın sonunu bilerek başladığım için bu tarz yazma romanın ilerleyeceği yönü ve yolu belirginleştirir, iç örgüsünü ve kurgusunu sağlamlaştırır. Yazma süreci boyunca da aklıma gelen bütün sözleri not eder yeri geldiğinde romanıma yerleştiririm.
Sevgi... Ben belleğe takıldım ama ana tema bu.
Bu romanın ana teması bellekten çok sevmekle ilgili. Sevmek nedir? İnsan neden sever? İnsan, gerçek anlamda sevdiği zaman geçmişinden vazgeçebilir mi? Bu sorulara cevap arıyor. Sevgi bizi zenginleştiren bir duygudur, ama aynı zamanda bizi köleleştiren bir durumdur da. Romanın anahtar cümlelerinden birisi de bunu vurgular zaten: "İnsan, vicdanının izin verdiği ölçüde özgürdür." Sık sık sıkıntıdan, acıdan kaçarak başka bir hayat edinmek isteriz ama çoğu kez birilerine duyduğumuz sevgi bizi engeller. Belki şunu da eklemeliyiz: Gerçek sevginin nedeni yok. Sevgiye anlam uydurmak, romanın başındaki alıntıda da belirtildiği gibi, yalan söylemektir. Sevgiyi açıklamaya kalkışmanın da bir anlamı yok. İnsanlar sevgi yüzünden pek çok şeyi göze alıyorlar ya da birçok şeyi reddediyorlar.
Sizin romancılığınızın ana damarı ise 'acı'.
Dostoyevski'nin de, Malraux'nun da, Shakespeare'in de, Flaubert'in de, Stendahl'ın da, Nâzım Hikmet'in de, Orhan Kemal'in de, Homeros'un da, daha yüzlerce iyi yazarın da ana damarı acıdır. Ben, sanatçı kalıcı olmak istiyorsa trajik temaları işlemeli diyenlerdenim. Trajik temalar da acıdan, acımıza vermeye çalıştığımız cevaplardan doğar. Sana bir itiraf. Garip gelse de, ben acı çeken herkesin adını bilmediğim için suçluluk duyarım. Hoş bilseydik çıldırırdık. Bir anlamda, adını öğrenemediklerimden özür dilemek, çıldırmadığıma şükretmek için yazıyorum. Acının yok edilebilmesi için önce anlatılması gerek.
İlk romanınızın yayımlanışından bu yana genç bir insan ömrü kadar zaman geçti. Artık daha sık aralıklarda çıkıyor romanlarınız. Hayatınızı, romanlarınızı, hayallerinizi her şeyi içine alacak biçimde sormak isterdim, memnun musunuz?
Hep söylerim. Tanrı, annesiyle babasının sevişmeleri arasında birini seçer ve insana can verir, sonra da onu tek başına bırakarak kaybolur. Tekrar hatırladığında, insanın ölme zamanı gelmiştir. Bu iki hatırlamanın arasındaki süreye ömür diyoruz. Ama önemli olan ömür değildir. Asıl olan hayat edinmek ve ömür dediğimiz biyolojik süreye birden fazlasını sığdırabilmektir.
Hayat dediğimiz yaptıklarımızın toplamıdır. Romain Gary, Malraux için altı, belki de yedi hayatı var diyor. Ben şimdilik sadece dört buçuk hayat edinebildim. Eylemci, mühendis, yazar ve yarım müzisyenlik. Dördüncü nedir diye soracaksan, o gizli, açıklamam diyeceğim. Önce çocuktum, genç oldum, ölüme yaklaştım sonra da kendi ölümünden yeniden doğdum. Aklıma koyup da yapmadığım iki şey kaldı. Bir film yönetmek ve suların anası anlamına gelen Kongo Irmağı'nda Conrad gibi bir yolculuk yapmak. Memnun muyum? Şu ana kadar evet. Ama insan bu sorunun cevabını ancak son soluğundan önce verebilir. Ben Solon'un yalancısıyım.

Şebnem İşigüzel'in Yunus Nadi Öykü Ödülü kazanan ilk kitabı 'Hanene Ay Doğacak', 1994'te Muzır Kurulu'nca yasaklanmıştı. Yazarın 'Öykümü Kim Anlatacak' adlı öykü kitabının yanı sıra 'Eski Dostum Kertenkele', 'Sarmaşık' ve 'Çöplük' adlı üç romanı bulunuyor.