Şebnem İşigüzel’in Dünyasında Yazarlığın Ve Yaratıcılığın Kaynakları

- İsterseniz çocukluğunuzda yazı ile kurduğunuz ilişki biçiminden başlayalım?

İnsanlar marifetleriyle doğarlar. Güzel sesli bir çocuk olarak doğmak gibi. Ben de hayale meyilli bir çocuktum. Besbelli yazı yeteneğimi doğuştan getiriyordum. Ancak onu beslemezseniz bir fal kehaneti gibi kalıverir. Ben öncelikle benim gibi yazıya ve hayale, kurguya gönül verenler neler yazmış buna baktım. Çok okudum. Yazıya yetenekli bir çocuk için okumak daha başka anlamlar taşır. Gizli bir yazarlık eğitimi alırsınız. Bunun yanısıra şanslıydım, herşeyi masal gibi anlatan kadınlar vardı etrafımda. Öncelikle babaannem. Kendisinin dört kuşak önceki anneannesinin İstanbul’a nasıl getirildiğini anlatışı hala kulaklarımda. Tatarlar tarafından zorla, hikayenin burasında “Şükür ırzına geçilmeden” derdi baaannem, kaçırılarak saray haremine satılmak üzere getirilen ninemizin, bir atın üstünde tepetaklak yol almaktan yüzü gözü şişmiş. Hasta diye saraya satılamayınca da eczacı kalfası ona acıyıp evine götürmüş. Ninemizi kıskanan kumaları misafir kaldıkları bir yalıdan gece denize girdikleri bir vakit onu boğup öldürüvermişler. Ancak bu hikayeye ailenin diğer kadınlarının itirazı vardı: Babamın büyük halasının mesela, “Hayır!” derdi, asil olmakla gururlanan babaannemize kızdığı için, “Sizin nineniz yüzüp karaya çıkıvermiş de aşığıyla kaçmış!” Hikayeler işte böyle dallanır budaklanırdı.

-Peki ilk kitabınızı gördüklerinde nasıl tepki verdiler?

Bu nokta da babaannemin, “Bana da bu kadar güzel hikayeler anlatılsaydı ben de yazar olurdum,” demesinde haklılık payı var. Ailenin cadıları beni yazar yaptılar! Tıpkı, tencere dibi gibi isli kapkara tenli çocuklar olup da kendi iksirleriyle bizi bembeyaz kızlar yaptıklarını iddia etmeleri gibi. Ya da parmaklarımız dolma gibi şişik ve kısacıkmış da bunlar yine iksirleriyle ovalaya çekiştire parmaklarımızı uzatıp ellerimizi heykel gibi güzel hale getirmişler.

-Bu noktadan haraketle gelenekle kurduğunuz etkilişim hakkında neler söylemek istersiniz?

Yüzümü Batıya dönmüş olsam bile arkamda doğu geleneği var. Roman yazmayı Batıdan öğrendim. Ama başka türlü anlatma ve gösterme gücünü bana Doğu veriyor. Doğu ve Batı arasında olmak deyince aklıma başka bir aile hikayesi geliyor.

-Nedir o?

Babamın büyük amcası 1905’de İstanbul Boğaz’ında bir sandalda dünyaya gelmiş. Rıza amcamız Doğu ve Batı arasında doğmuş olmasına rağmen bir hilkat garibesi değildi. Kendimi, romanlarımı Doğu ve Batı arasında sıkışmış gibi değil de tam da bu noktadan kanatlanıp uçuyormuş gibi görüyorum. Kanatlarımı dolduran rüzgarı Doğudan alıyorum ama yolum Batıya ve bütün dünyaya doğru. Ama Batıya uçuyor olsam bile şunu da biliyorum ki Doğu da Batı da biz romancılarındır.

- Tam da bu nokta da Doğunun sizi besleyen kaynaklarıyla Batıya yüzünüzün dönmüş olmasının sizin yazın dünyanızı nasıl etkilediğini sormak istiyorum.

Çocukların anne ve babalarından aldıkları yetenekler gibi. Sanki, Batıdan olma, Doğudan doğma romancı bir kızçocuğu gibiyim. Bir divana uzanmış, psikanalizden geçiyor olsam batının bana çağrıştırdığı duyguyu uçsuz bucaksız bir ufuk olarak tarif ederim. Batı, özgürlük, rahatlık. Doğu ise benim yazmama neden olan tarafım gibi: Kapalı, içedönük, karanlık, sırlarla dolu, bir başına, sessiz, gizemli. Yazarken, sanki doğu benim iç dünyam. Batı ise romanlarımı yazabilmenin ta kendisi. Doğu anlatan, batı dinleyen, yazıya döken tarafım gibi.

BİR YAZARI BESLEYEN KAYNAK(LAR) OLARAK GELENEK VE TOPLUM İLİŞKİSİ

-Yazi ile kurduğunuz ilişki biçimi üzerinden konuşmaya devam edelim istiyorum. Şebnem İşigüzel romanlarını nasıl yazıyor?

İçimden geldiği gibi yazıyorum. Tıpkı mucizelere inanan ninelerim gibi masamın başında hikayeme inanıyorum. Çöplük isimli romanımda (Almanca Am Rand, Berlin Verlag) kahramanlarımdan birisine söylettiğim gibi; Hikayeme ben inanıyorum ya bana yeter! Bir roman gücünü buradan alır zaten. Yazı masası kadar bir coğrafyada yaşayan yazarından. İnsan ya yazar, ya yaşar. Ya olağanüstü bir hayat hikayeniz olmuştur ondan beslenirsiniz ya da benim gibi başınızdan olağanüstü şeyler geçmemiş birisinizdir. Hangisi olursanız olun, geleneğe ve topluma karşısınızdır. Benim isyanım var !

“Cesaret yazının kendisi kadar önemlidir.”

-Bu ‘isyan etme’ duygusunun kökeninde neler var peki? Neye isyan ediyorsunuz?

İsyanım, kötü siyasete, kötü düzene, faşizme ve çürümüş topluma. Çünkü bunlar herşeyi ya yaratıyor ya da köreltiyorlar. Edebiyatın herşeyi konu etmenize olanak tanıması harika birşeydir. Önemli olan üslubunuzdur. Benim can alıcı meselelerin üzerinde marifetlice yürümemi sağlayan da budur, üslubum. İlk kitabımda ensest gibi topluma çok aykırı gelen meseleleri konu etmiştim. Kadın ve çocukların başına gelen dertli şeyler. Toplumda gizli kapaklı yaşanan ama anlatılmayan şeylerdi bunlar. Cesaret yazının kendisi kadar önemlidir aslında. Ben toplumun çok kötü şeyler yapabileceğini biliyorum ama onun ve geleneğin yüzüne karşı sövmekten korkmuyorum. Eğer bütün dünya bir korkaklar cemaati olsaydı kutsal kitaplardan başka kitabımız olmazdı. Yazar toplumun ve geleneğin arasına karışan değildir. Yazar, toplumun ve geleneğin karşısında durandır.

- 1993 yılında yayımlanan ilk öykü kitabınız Hanene Ay Doğacak’tan bahsettiniz az once. O kitabınız aynı yıl Yunus Nadi Ödülü’nü de almıştı. Ama aynı zamanda da toplatılmıştı. Bir ilk kitapta günümüzde bile yaşanan bu toplumsal patalojiyi anlatmak oldukça cesur bir davranıştı. O süreçte gerek o kitabı yazarken gerekse kitap çıktıktan sonar yaşadığınız duyguları merak ediyorum.

Kitap 18 yaşından küçükler için yasaklandıktan sonra "Demek iki yıl önce yazsam ben de okuyamayacaktım," demiştim. Gerçekten öyleydi de. Bütün bu süreç yaşanırken ben 19 yaşındaydım çünkü.Başdönmesi gibi garip bir duyguyla yazmıştım Hanene Ay Doğacak'ı. Tuhaf olan küçük bir deniz kasabasından kafamın içinde böyle bir romanla üniversite için İstanbul'a gelen bir genç kız olmamdı. Ailem muhafazakar ve baskıcı değildi kesinlikle. Ama çevremdeki hayat çok da şahane değildi. Benim kafamın içinde öylesine özgür bir dünyayı taşımamdı önemli olan. "Büyük cesaret!" dediler kitap yayınlandığında. Ama ben bunun cesaretle ilgili olduğunu düşünmüyorum. Hepimiz içimizde bambaşka dünyalar, ruh halleri taşırız. Hanene Ay Doğacak bunun tezahürüdür bana kalırsa. Karısı, kelebekleri, oğlu ve düzenli akademik hayatıyla yaşayan Nabokov'un Lolita'yı yazması da bana hep bunu düşündürür. Ben yüzleşmekten korktuğumuz, en derinlerde kalan duyguların, hislerin peşindeyim. Tek marifetim gerçekten hepsini içten gelen bir hisle, samimiyetle yazmış olmamdır. Durum böyle olunca sonrasında kitapla ilgili çıkan tartışmalar beni sarsmadı. Çünkü kızımın babasını, 16 yıllık hayat arkadaşımı bulup aşık olmuştum. O aşk duygusuyla zaten ayaklarım yerden kesilmişti. O dönem benim özel hayatımdaki bu aşk durumuyla yarasız beresiz atlatıldı diyebilirim. Zaten oldum olası kendisini avutmasını beceren birisi olmuşumdur. Hayatta bunun karşılığı da yazmak oldu.

KENTİ OKUMAK: AİDİYET DUYGUSU VE KİMLİK

- Romanlarınızda baskın bir unsur olarak kent yaşantısı, karmaşa ve kirlilik gözüme çarpan bir olgu. Bir yazar olarak yaşadığınız bu aidiyet duysunun sizdeki izlerini nasıl tanımlıyorsunuz.

Kuşkusuz ait olduğum yer burası, İstanbul. Reddettiğim geleneklere rağmen beni besleyen toprak burası. Bir yurtdışı seyahatimde uçakta yemek yerken ekmeğimi yere düşürmüştüm. Zaten ekmek yemiyorum ama ekmeği yere düşürmek islami kurallara göre günahtır. Ekmek kutsaldır ve düştüğü yerden alınıp üç kere öpüp başa konularak af dilenir. Ekmek parçasının nereye düştüğünü göremediğimden almaya da uğraşmadım. Ama her an çocukluğumun bakıcı teyzelerinden birisi koltukların arasından çıkacak ve parmağını sallayarak beni azarlayacak gibi geldi. Gelenek kanıma bunu sokmuştu demek. Yani ne olursa olsun damarlarımızda reddettiğimiz şeyler de dolaşıyor. Buna rağmen çok açık fikirli, ilerici ve modern olmak, olabilmek ilginç. Büyük bir güç gösterisi. Düşünün ki ben çocukken yazları Kuran Kursuna gönderilirdim. Burada Arapça okumasını öğrenirdik ki Kuran-ı Kerim’i okuyabilelim. Kurs çıkışı denize giderdik ve bize ders veren, tırnağının ucuna kadar kapalı kadın koşarak plaja gelir, “Hepiniz cehennemde yanacaksınız!” diye bağırırdı.

- Peki bunu romanlarınıza yansımasına bir örnek verir misiniz?

Son romanım Resmigeçit’de Hocaefendi isimli kahramanımın çıktığı uçak yolculuğunda yanına Cebrail’i oturtan işte o çocuk, ben! Cebrail’i ete kemiğe büründürüp ona “İnsanların kafasının içine konulan aklın, fikrin bu kadar çok derde yolaçacağını, fikirlerin günahlar gibi yasak edileceğini bilseydik ondan mahrum bırakırdık sizleri!” dedirttiren de yine ben ! Hem asi bir çocuk olarak plaja gidip yüzen ama için için de cehennem de yanmaktan korkan çocuk yaratıcılığımı beslemiş demek. Gelenek, kimlik kimi zaman zehirden farksız acı bir ilaçtır. Ben onu usul usul içip kustum. Başkalarının acılarına bakmasını bilmeyen uluslarda kimliği sindirmek sizi azılı bir milliyetçi yapar. Ben bundan korkarım. Ben kimliğimi daha naif şeylerden oluşturdum. Sesler, kokular, manzaralar. Ait olduğum kimliğin öte tarafını tarihini, siyasetini eleştirdim.

- Az once romanlarınız üzerinde kent olgusunu sorusuna bağlı olarak İstanbul’un yazı anlamında sizin için özel anlamları ve işaretleri olmalı değil mi?

Evet. Çünkü bütün romanlarım İstanbul’da geçer. Almanya’da bir okumada moderatör bana şöyle demişti, “Bu salondaki insanlar İstanbul’u merak ediyorlar, İstanbul’a gitmek istiyorlar. Ama siz çok dehşetli şeyler yazmışsınız, sizi okuyup İstanbul’a nasıl gidecekler ?” diye. Ben de ona, “Ben Almanya’ya Thomas Mann okuyarak geldim ve bir senatoryuma, veremliler arasına geleceğimi düşünmedim,” cevabını vermiştim. Kuşkusuz romanlar şehirlerle ilgili bize bazı hisler verirler. Ama romanlar şehir rehberi değillerdir tıpkı telefon rehberi olmadıkları gibi. Dostoyevski’den dolayı Petersburg’u merak ederim. İstanbul benim romanlarımda işte böyle bir his yaratır. Ben nasıl yaşıyorsam ve ne görüyorsam İstanbul’da öyle vardır benim romanlarımda. İstanbul’u severim. Dünyanın neresinde merdivenleri denize inen bir tren istasyonu vardır? Yapılan bunca kötü şehircilik müdahalesine rağmen doğuştan gelen bir güzelliği var İstanbul’un. Ayrıca şehirler anılarımızla güzelleşirler, varolurlar. İlk öpücüğü aldığımız meydan, ilk ayrılık acısını tattığımız sokak, kederle hatırladığımız bir anın gizli olduğu caddeler… İstanbul benim için böyledir. Ayrıca İstanbul’u büyülü bir yer haline getiren edebiyat olmuştur. Ne devlet, ne siyaset, İstanbul’u markalaştıran Orhan Pamuk oldu, bunu da unutmayalım. Edebiyatın insanlar üstündeki bu gücü beni her zaman heyecanlandırır.

“Bir roman yazabilmek için canımı veririm.”

- Yazamama endişesi yaşadınız mı peki?

Ben kendimi çok zor bir terbiyeden geçirdim. “Yazıyorum ya bana yeter !” Ben hep bir daha yazamayacağım korkusunu yaşarım. Bir roman biter ve ben kara kara düşünürüm: “Bir oda dolusu barutum vardı hepsini havaya uçurdum artık bittim!” Tekrar yazamayacağım korkusu ben de hastalık gibi bir şeydir. Bunun mantıklı açıklaması yok. Kaldı ki yazıya ne kadar bağlıyım.

- Genel anlamda romanlarınıza bakınca ne hissediyorsunuz?

Romanlarıma hayatımı adamışım. Bir roman yazabilmek için canımı veririm. Bu kadar korkunç hastalıklı bir bağlılık benimkisi yazmaya, kurmaya karşı. Durum böyle olunca sonrasını beklemiyor insan. Yani ben beklemiyorum. Çünkü biliyorum ki romanların bugünden çok yarını vardır. Romanlarımı içimden söke söke çıkardıktan sonrası benim için bitmiştir. Yazdığım romanlarla ilgili, “Konusu ne?” sorusuna cevap veremeyecek kadar güçsüzleşirim. Ben o romanları yazdım. Onlar artık varlar. Dolayısıyla ben de varım. Romanlarım ve ben kuyruğumuzdan birbirimize bağlıyız.

“Roman kahramanlarıma büyük acılar vermiş olsam bile onları unutulmaz kıldım.”

- Aynı şeyi hahramanlarınız için nasıl görüyorsunuz?

Kuşkusuz kahramanlarım başka romancıların kahramanı olsaydılar daha mutlu olabilirlerdi. Onlar için elimden bu kederli ve dertli hayatları kurmak geldi. Roman kahramanlarıma büyük acılar vermiş olsam bile onları unutulmaz kıldım. Hep hatırlanır benim kahramanlarım. Kolay kolay unutulmazlar. Bu da onu diğer mutlu roman kahramanlarından ayrıcalıklı yapar. Bir roman yazarken kendimi olağanüstü bir dünyanın içinde bulurum. Düşünsenize masanız kadar bir coğrafyada ortalığı birbirine katıyorsunuz bir başınıza… Bundan güzel şey yoktur. Kızımın doğum anını değil de romanlarımı yazdığım ışıklı mutlu anları hatırlamam bu sebepten olmalı. Yazarken her ne kadar konu ettiğim şeyler dünyanın en berbat şeyleri, büyük acıları, kederleri olsa bile ben yazabildiğim için kendimi çok ama çok mutlu hissederim. Kahramanlarımla soluksuz bir oyuna dalarım. Romanlarım bittiğinde mutlu olmam. Benim için oyun ve mutluluk vaad eden bir dünya kapılarını kapatmıştır çünkü. Dolayısıyla kahramanlarımı severim. Bu sevgiyi ölçüye vuracak olursam dünyadaki en kıymetli varlığım kızımdır. Kahramanlarımı kızım kadar çok severim. Ancak onlar için elimden tatlı hayatlar kurmak gelmiyor işte ne yaparsınız ?

- Burada öykü ve romanlarınızdaki karakter-mekan ilişkileri üzerine konuşalım. Bu noktada nasıl bir ilişkilendirme yapıyorsunuz?

Gördüğümü değil kafamın içindekini yazarım. Bildiğim mekanlar sadece bir his verirler bana. Kahramanlarımı yaşattığım mekanları ben kurgularım. Kimi zaman benim çok iyi bildiğim mekanlara düşer yolları. Tıpkı hayat gibi hikaye onları nereye götürürse... Sözgelimi Leyla çöplüğünden kovulduğunda Taksim meydanına geldi. Meydandaki büyük barkovizyon benim de sürekli baktığım ve etkilendiğim birşeydi. Aynı şekilde yıllar önce Alman Konsolosluğu'nun yazlığınının bahçesinde gördüğüm taş havuz beni çok etkilemiştir. O havuz yıllar sonra Sarmaşık'ı yazarken ortaya çıktı. Ya da Resmigeçit romanındaki Florya Deniz Köşkü. Atatürk için hastalığına deniz havası iyi gelir diye, kırk günde denizin üzerine kurulmuş büyülü bir yer aslında. Sadece uzaktan gördüm. Gidip gezdiğimde o köşkü anlattığım gibi görürsem gerçekten cadı olduğuma inanabilirim!

TÜRKİYE’DE YAZAR OLMAK VE YAZAR OLMANIN SORUMLULUĞU

- Peki Türkiye özelinde yazar olmanızın nasıl bir sorumluluğu var?

Ben kişisel yakınmaları sevmem. Bu ülkede ne yazarlık şöhreti ne gani gani okuyucu bekliyorum. Herkes sırtı sıvazlansın ve kendisine, “Canım sen ne güzel yazıyorsun,” denilmesini ister. Yazarın kendisinden taviz vermeden, sistemin yanında durmadan bunun olabilmesi zor.

- Neden?

Geçmişiyle, tarihiyle, darbesiyle, darbeleriyle hesaplaşamamış, fazlasıyla milliyetçi bu toplumdan şefkat bekleyecek halim yok. Ancak karşımda yazara, yazana düşman edilmemiş bir toplum görmek isterdim.

- Bir yazarın yaşayabileceği en kötü duygu da bu olsa gerek.

Kesinlikle. Yazar, devlet ve sistem için hep bir endişe kaynağı olmuş. Düşman görünmüş. Yaşar Kemal 1994 yılında Kürt sorunu ile ilgili düşüncelerini dile getirdiğinde de aynı şeyi acı içinde görmüştüm. Aziz Nesin’in topluma nasıl algılatıldığını gördük. Son olarak da Orhan Pamuk’a karşı takınılan düşmanca tutuma tanık olduk. Yakın zamanda İstanbul’da katıldığım “kent ve edebiyat” konulu söyleşide bana “Sokak ve meydan isimlerindeki değişiklikler” soruldu. Ben de, “Sokak ya da meydan adını darbeci general Kenan Evren’den ve Talat Paşa’dan alıyorsa değiştirilmesinde fayda var,” dedim. Ardından ekledim, “İstanbul Boğazı’nda çalışan bir vapura Orhan Pamuk adı verilse fena mı olur?” Salon birbirine girdi. Ben soğukkanlılığımı korudum. Ama dinleyicilerin çoğu beni lanetledi. Roman yazmak suç, darbe yapıp halka mutsuzluk vaad etmek hak. Benim, Orhan Pamuk isimli bir vapur istemeyen toplumdan anladığım bu. Dolayısıyla böyle bir toplum beni ve benim gibi olan diğer yazarları nasıl sevebilir ? Belki böylesine bir çıkmaza sürüklenmiş bir toplum tarafından sevilmek hakaret adledilebilir. Yine de benim öfkem asla ve asla insanlara değil. Eleştirim, bu iyi niyetli, kendisine her söylenene inanan toplumun algılarını yerle bir eden sisteme.

- Tam da bu nokta da kendinizi nasıl hissediyorsunuz?

Ben kendimi babası tarafından sevilmemeyen, reddedilmiş bir kızçocuğu gibi görüyorum. Çünkü ben burada insanların duymaktan pek de hoşlanmayacağı şeylerden söz ediyorum. Romanın ne olduğunu bilenler zaten bana kalplerinde yer açıyorlar.

“Edebiyat ülkelerin güzel sesidir.”

- Üç darbe görmüş bir Türkiye var. Murat Belge’nin deyişiyle darbeler Türk toplumun zihnini fazlasıyla betonlaştırdı. Bu nokta da Türkiye’de ki politik argümanları ve siyasi değişimleri nasıl yorumlarsınız?

Türkiye utançları olan, darbe üstüne darbenin yapıldığı, yıl 2009 hala kana kana demokratik olamayan, yalanlarla zehirlenmiş tarihine dört elle sarılan bir ülke. Böyle bir ülkede yazan herkes memleketinin gizli cennetidir. Kahraman olmak için kalabalıkların başında yürümek gerekmez. Böyle bir ülkede hiç yılmadan yazmak da kahramanlıktır. Bizim ülkemiz dışarıya kötü sesler veriyor. Acısı, sıkıntısı bitmiyor. Kavga ve gürültüsü eksik olmayan bir ev gibiyiz. Ama bu evde benim gibi roman yazan çocuklar da var. Biz ülkemizin güzel sesiyiz. Edebiyat ülkelerin güzel sesidir. Ben hiç görmediğim ülkeleri edebiyatlarıyla tanıyıp seviyorum.romancılar ülkelerini siyasetçilerden ve askerlerden daha fazla severler. Çünkü romancılar ülkelerinin ve insanlarının iyiliğini isterler. Toplumlara yıkım getiren darbeleri yapan, siyaseti yaratan yazarlar değildir. Dolayısıyla yazarlar ülkelerini herkesten daha hakiki duygularla severler.

- Bir yazarın burada görevi ne olmalı?

Türkiye gibi daha tarih çöplüğünün tepesinden inip temizlenememiş bir ülkede yazarın siyaseti olur, Olmalıdır. Bir romancı öncelikle başkalarının acılarına bakmayı öğretir. Başkalarının acılarına bakıp geçmişten özür dilemek ulusları küçültmez. Aksine daha güçlü kılar. İşte bir romancı bunu göstermeye muktedirdir.

ŞÜPHEYE YER YOK: ŞEBNEM İŞİGÜZEL’İN ROMANLARINDA BİR METAFOR OLARAK TESADÜF, KADERSİZLİK VE KÖTÜLÜK

- İsterseniz romanlarınızdaki kavramlarınız olan tesadüf, kadersizlik ve kötülükten söz edelim.

Ben okuruna oyun oynamayı seven bir yazarım. Ben yazarken, kurarken nasıl mutlu oluyorsam isterim ki okurum da yazdıklarımı okurken o dünyanın içinde kaybolsun. Bir roman siz de çok güçlü duygular uyandırmalı. Böyle olursa o roman hayatınızın bir parçası olur. Aklınızdan çıkmaz. Benim yapmak istediğim şey bu. Ben bir büyü yaratmak istiyorum. Okurumu büyülemek istiyorum. Büyü malzemem tatlı şeker şeyler değil. Ben kötülüğü, dehşeti, şiddeti, pisliği, mutsuzluğu, kadersizliği konu ediyorum. Tesadüf temasının üstüne basıp okuruma oyunlar oynuyorum. Elim neden hep kötülüğü gidiyor? Kaldı ki hayatta kan görmeye bile dayanamam.

- Bunun bize bazı ipuçları verebilir misiniz?

Neden hep kötülüğü konu ettiğime dair başımdan geçen şu olay belki bir ipucu verebilir. Kızım küçükken Ege kıyısında Midilli adası karşısında tatildeydik. Rüzgar çıktı ve kızımın şişme deniz oyuncakları uçtu gitti. Kızım dehşete kapıldı. Bu sırada yemeğini yememek için nazlanıyordu. Ben de fırsat bu fırsat ona “yemeğini yemezsen sen de oyuncakların gibi uçar gidersin,” dedim. Baktım bu yemeğine saldırıyor hikayeyi sürdürdüm, “Uçar giden Midilli adasına konarsın. Sana bir kaç keçi verirler, keçi çobanı olursun. Bu tarafa bakıp orada kalan annem babam vardı dersin ama dillerini bilmediğinden anlatamazsın.” Kızım dehşet içinde yemeğini bitirirken bir dostumuz, “Peki çocuk gidip Onasis’lerin villasının bahçesine konarsa ne olacak ? Ya, havuzlar, yatlar, dadılar, jetlerle dolu bir hayatın içine düşüp sizi hatırlamazsa ?” İşte benim hikayeciğim bu. En sevdiğim varlığım kızıma bile kötülük dolu bir hikaye anlatıyorum. Başka türlüsü elimden gelmiyor. Çünkü, mutluluk, neşe, huzur içi boş duygulardır. Öncesinde yaşanan mutsuzluk, kahır, dert ile anlam bulurlar.

SARMAŞIK, ÇÖPLÜK VE RESMİGEÇİT: KENT, AİDİYET DUYGUSU VE KİMLİK

- Romanlarınızada kent olgusu üzerine düşündüğümde İstanbul bir metaphor olarak güçbir imge olarak gözüyor.

Romanlarım dünyanın herhangi bir köşesinde geçebilir. Kahramanlarımın ait oldukları bir toprak parçası, kimlik olsa bile onları var eden temelde bütün insanlığın taşıdığı duygulardır. Kimlikleriyle değil en temel hisleriyle, duygularıyla varolurlar. Çöplük’ün Leyla’sı sözgelimi. Dünyanın neresine giderse gitsin sokaklara düşer Çöplük Kraliçesi olurdu. Yıldız, kimliği ne olursa olsun hayalet annesinin zulmünden kurtulamazdı. Yine Çöplük’ün (Almanca Am Rand) yeraltı çetesi dünyanın her köşesinde varolabilir. Sarmaşık için de aynı şey geçerlidir. Romanın iki tuhaf adamı Berlin’de de varolsalar aynı çarpıcı hikayeyi yaratırlardı.

- Bu nokta da sizin ruh dünyanıza eşlik eden yazarlar sizde nasıl bir aidiyet duygusu hissettirdi?

Ben öğretmenlerimi batıdan seçmiş bir romancıyım. Elbette bir önceki kuşağıma Orhan Pamuk’a, Latife Tekin’e hayranlık duyuyorum. Onların öncesindeki kuşaktan Aziz Nesin’in taşıdığı mizah duygusunun, Yaşar Kemal’in anlatma coşkusunun önünde saygıyla eğilirim. Aynı şekilde Adalet Ağaoğlu, Jaguar'ıyla Peride Celal, Tezer Özlü, Sevim Burak, Ahmet Hamdi Tanpınar, Suat Derviş de pek kıymetlimdir. Ama ben, Nabokov’un, Woolf’un, Tolstoy’un, Dostoyevski’nin, Salman Rüşhdie’nin, Calvino’nun, Mann’ın, Jelinek’in elinde yetiştim. Bütün büyük romanlara bakıp bakıp içimden onlara yakın şeyler kusup çıkarmak istedim. Aidiyet duygusu, kimliğim bir büyü yaratmama yardımcı oluyor. Öğretmenlerim batılı ama bu satırları yazan yazar kız doğulu. Bunun iyi bir karışım olduğunu düşünüyorum. Ancak kafamın tuhaf bir biçimde işlediğinin de farkındayım. Yazarken garip bir şekilde açılıyor kafam. Bütün insanlık hallerine, her türlü kusura, günaha, utanca, hayale herşeye açık kafam. Gerçek bir özgürlük duygusu yaşıyorum yazarken. İşte o duygu batıya ait. O asi, özgür, isyankar dil ve kurmaca sadece doğuya ait bir masal anlatma becerisiyle kalıba giriyor. Aidiyet duygusunu sanırım en iyi şöyle açıklayabilirim: Her yazarın içinde yaşadığı bir Edebiyatevi vardır. Ruh dünyasına eşlik eden yazarları bu eve yerleştirir. Benim edebiyatevimde ne bileyim, sanki Virginia Woolf bütün gün bahçede yürüyüş yapar da Sevim Burak ile Elfirede Jelinek mutfak masasında çay içerler, Nabokov ile Orhan Pamuk şömine başında şakalaşırlar, Dostoyevski öfkeyle şemsiyesini arar, Calvino oturduğu yerden onun şemsiyesinin nerede olduğunu görüp muzipçe gülümsemektedir gibi. İşte benim dahil olduğum bu edebiyat evinde doğunun da batının da yetiştirdiği bütün büyük yazarlar, ustalarım, arkadaşlarım, huzur içinde yaşayabiliyorlar.

- ‘Çöplük’ romanınız Almanca’ya çevrildi ve siz bunun için Almanya’daynız. Kitabınızla ilgili olarak orada nasıl tepkiler aldınız? Alman okuyucuların kitabınıza göstermiş olduğu ilgiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ben çevrilmek için geç kalmış bir yazarım. Ancak şanslıyım çok iyi bir yayınevinden, en güzel romanımla, mükemmel bir çeviriyle çıktım. Bana gelene kadar herkes çevrilmişti yani herkes gösterisini yapmıştı. Dolayısıyla bu gecikme şansa dönüştü. Almanya’da büyük övgüyle karşılandı Çöplük. Onları şaşırttım. Ağustos ayında İtalyanca’da yayınlanan Sarmaşık’da da aynı şey başıma geldi. Romanlarım yabancı dillerde sevildi. Almanya köklü edebiyat geleneği bakımından önemli. En fazla Çöplük’ün kurgusu, yapısı ve anlatımı ilgi çekti. Bu sonbaharın en başarılı romanı olduğu söylendi. En çok hoşuma giden ‘Çöplüğün Kraliçesi’ yakıştırması oldu.

- Çöplük romanınızdan uzunca bir süre sonra Resmigeçit’i yayımladınız. Sürenin bu kadar uzun olmasından bu romanın yazım sürecinin sizi hem biçim hem de içerik olarak oldukça zorladığını düşünüyorum. Siz bu konuda neler söylemek istersiniz?

Çöplük ile Resmigeçit arasında dört yıl var. Resmigeçit’in epey hacimli bir roman olduğunu göz önünde bulundurursak makul bir süre. Son yüzyılı anlatıyorum. Romanı yazmak her zaman ki gibi mutluluk ve huzur verici bir süreçti. Bu romanla yaşamak, çalışmak güzeldi. Asıl sorun romanın yayınlanma aşamasında ortaya çıktı. Romanı bitirdiğim gün e-muhtıra verilmişti. Yani, paşalar tavanarasında toplanmaya devam ediyorlardı! Romanın yayınlanamama durumu vardı. Beni sarsan bu oldu. Resmigeçit'i yazarken bir gözüme perde inmişti. Bütün yazdıklarım gibi bu roman da gözümün nuru, gözümün ışığı.

“Resmigeçit Romanımda Şevkat Göstereceğim Çok Az Kahramanım Vardı.”

- Resmigeçit romanınızı ‘gayri resmi ya da resmi tarih’in gösterisi gibi okumayı bir kenara bırakırsak, bu kitabınızı diğer kitaplarınızdan -özellikle romanlarınızdan- farklı kılan özellikler size göre neler?

Uzun ve büyük bir hikaye anlattım. Kocaman bir orduyu uygun adım yürüttüm. Başını, sonunu bildiğim bir tarihi yazdım. Şefkat göstereceğim çok az kahramanım vardı. Her zamankinden daha fazla kılıktan kılığa girmek zorunda kaldım. İlk defa okuyucumun koluna girip onunla usul usul yürüdüm. Bu zamanın masalını anlattım. Hiciv, ironi, mizah, şaka, alay, yergi bunları ana malzemem yaptım. Coşkulu bir hikaye anlatıcısıyım. Bu duyguyu sonuna kadar kökledim.

- Bugüne kadar yazmış olduğunuz öykü ve romanlarınızda dikkatimi çeken bir şey var. O da şu: Kurgu dolayısıyla biçim ve içerik anlamında Türk edebiyatının en dikkati çeken yazarlarımızdan birisiniz. Hatta kurgunuzun sert olması olay örgüsü ve kahramanlarınızın ruh dünyalarına farklı boyutlar katıyordu. Resmigeçit’te ise sanki kurgu anlayışınızı bir parça geri çekerek, olay örgüsünü onun önüne çıkarmışsınız. Bu durumun kendisi anlattığınız konuyu gerçeklik duygusuna yakınlaştırma olgusuyla açıklayabilir miyiz? Ne dersiniz?

İlk defa kurguya ihtiyaç duymadım. Ancak dediğiniz gibi kendi içinde bir olay örgüsü var. Adamlar tarihi yazmış. Ben onu hikaye ettim. İlk defa kabaca neler olacağını bildiğim bir şey vardı elimde. Ülkenin birinde önce darbe olur, sonra çok partili sisteme geçilir gibi gibi... Bu kadar çirkin ve talihsiz bir tarihi anlatmak gibi bir sıkıntım oldu. Güzel anlatmak, okutmak, donatmak... Bugüne kadar yapılmamış bir şeyi yaptım. Çok farklı bir politik roman yazdım. Farkı, siyasi kahramanlar üzerinden farklı bir dille tarihi hikaye etmesiydi.

“Kendimi Yazmaya ve Romanlarıma Adamasaydım Zor Bir Hayatım Olabilirdi.”

- Son üç romanınızın özelinde kaybetmiş ya da kaybetmeye yüz tutmuş kahramanları anlatıyorsunuz. Sarmaşık’ta Salim Abidin, Ali Ferah, Nadya, Oleg, Çöplük’te, Leyla, Kama, Resmigeçit’te Möyö Kevork, Şehmuz gibi sert ama kırlıma noktaları ve zaafları oldukça fazlaca olan kahramanları romanınızın ekseninizde tutuyorsunuz. Zaafları olan kahramanlara karşı yazar olarak bir zafiyetiniz olduğunu söyleyebilir miyiz?

Sakat doğanlara, talihsizlere, hep mutsuz olanlara, şanssızlara özel bir ilgim var. Zaafları olan kahramanlara gelince... Hayatta o kadar büyük savrulmalar yaşıyorlar ki sanıyorlar ki zaafları onları avutacak, kurtaracak. Ama öyle olmuyor işte. Sanırım içimde gizliden gizliye onlar gibi olmak korkusu var. Eğer büyük bir güç gösterip kendimi yazmaya ve romanlarıma adamasaydım zor bir hayatım olabilirdi. Yazdıklarıma karşı inancım olmasaydı yine zorlanırdım. Ben paçayı bu romanları yazabilmiş olmanın en önemli şey olduğu gerçeğiyle kurtardım. Zavallı kahramanlarım için böyle bir inanç söz konusu değil. İnançları yok. Hayatta kötü silkelenmişler.

- Romanlarınızda insanı huzursuz eden, canını acıtan ve insanı sarsan bir değişim ve dönüşüm evleri var. Gerek kurgu, gerekse içerik olarak bir romanı yazmaya karar verdiğinizde sizdeki değişim ve dönüşüm evlerini kitaplarınızın özelinde nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ben kendisini kolay avutan bir insanım. Düştüğüm yerden hızlıca kalkar ve devam ederim. Çok inançlı ve inatçıyım. Ayrıca çok sabırlı. Benim sıkıntım bir romanın başına çökünceye kadardır. Romanı yakaladığım anda iş biter. Sonra hiçbir sıkıntım kalmaz. Ancak yeni yeni şu olgunluğa erişiyorum: Kendimi harab etmeden romanın kendisini yazdıracağı zamanı bekliyorum. İşin özü olan hikaye kafamda döner durur. Artık kendimi, “başla, başla, yaz, ama ya yazamazsan” diye yiyip bitirmiyorum. “Ben bu romanları içimden söke söke çıkaracak kadar güçlüydüm” diyorum kendi kendime. O gücün bir damlası kalmış olsa bile bana yeter ! Şimdi yeni romanı beklerken daha rahatım.

- Şarmaşık romanınız üzerine yaptığımız bir konuşmamızda, “Bir romanın gücü, inancı sürprizlerdir. Okuyucuyu peşime taktım, önce inandırdım. Sonra neredeyse bir cümlelik mazeretle fazla dil dökmeden onu vazgeçirip başka bir şeye inandırdım” demiştiniz. Bu cümlenizi baz alarak şunu sormak istiyorum; Resmigeçit romanınızda okuyucunuzu neye inandırmak istiyorsunuz?

Yaşadığını sandığı tarihin yalan olduğuna. Kolay kolay hazmedilemeyecek bir geçmiş var ortada. Ama yedik ve bitti. Karnımız ağırmadı. Okuyucunun, aynı zamanda Türk toplumunun ergenlikte takılıp kaldığını düşünüyorum. Çok saf, çok çocuk. Her söylenene inanan, gösterilene kanan. Bu çocuğu büyütmenin yolunu bulmak lazım. Daha da önemlisi gösterilmek istenmeyen tarihi acı bir ilaç gibi yudum yudum içirmek lazım. Bu çocuğu kötü tarihiyle şefkatlice yüzleştirmek, teselli etmek, anlamasını sağlamak lazım. Ben Batının bizimle ilgili tahlil etmekte güçlük çektiği şeyler için, “Anlamak için Türk olmak lazım” diyorum. Bu sözü kullanmayacağım bir toplum hayal ediyorum.

- Resmigeçit romanınızda dikkatimi çeken şeylerden başka bir şey var. İsterseniz biraz ondan bahsetmek istiyorum. Siyasi (erk) kötülüğün hüküm sürdüğü düşünce yoksunluğuyla, ahlaki (etik) bir tutum arasında gidip gelen bir roman Resmigeçit. Tam da burada şunu sormak istiyorum; bugüne kadar yazdığınız hikaye ve romanlarınızda belirgin bir şekilde ‘oyun’ duygusu varken bu romanda o duygudan vazgeçmişsiniz. Bu duygudan vazgeçme nedenlerinizden bahseder misiniz?

Bu defa sadece anlatmak istedim. Göstermek istedim. Oyunları anlatıdaki sürprizlerin içine gizledim. Keje’yi yeniden ortaya çıkarmam, Mösyö Kevork’a evini aratırken olanlar, Bülent Paye’nin, Banu Ballı’nın siyaset dünyasına sızmaları. Bu kadar çok kahramanı bir arada tutmak başlı başına bir oyun aslında. Resmigeçit’deki geçiş töreninin aksamaması, uygun adım yürünmesi en büyük oyun. Romanın sonunda Möysö Kevork’un benim imzam sayılabilecek bir şeyi yapması, söylemesi oyunculuğumdan vazgeçmediğimi ama başka bir hüner gösterdiğimi ortaya koyuyor belki de.

- Romanınız için yaptığınız bir görüşmede, “Tarihin doğru yerden okunması gerektiğini” söylüyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?

Tarihi doğru yerden okuyabilseydik bugün köklü bir demokrasiye sahip olurduk. Bu kadar çarpıtılmış bir tarihle koyun koyuna yaşamaktan hilkat garibesine dönüştük. Romanların bir şeyleri apaçık gösterme gücü vardır. Bizi görmeye ve duymaya karşı yüreklendirirler. İsterim ki romanım bir ülkeye karşı bunu yapabilsin, onu yüzleşemediği utançlarıyla yüzleştirip teselli etsin.

- Resmigeçit’te iç içe geçmiş olay örgülerin yanı sıra ironi, trajikomik, fantezi, düş ve hakikat, toplumun bilinçaltına sinmiş şuursuzluk gibi kavramlara vurgu yapıyorsunuz. Roman özelinde ilk defa sizin resmi ve gayri resmi tarihle bir hesaplaşmaya giriştiğinizi düşünüyorum. Bunun nedenlerini ve sonuçlarını düşündüğünüzde sonuç olarak ne söylemek istersiniz?

Bıçak kemiğe dayandı artık. Demokratikleşse güllük gülistanlık olacak yolda, bataklıkta gürüyormuşcasına bata çıka yürüyen bu ülkede aslında hepimiz hastalandık. Her şeye sirayet eden bir hastalık kol geziyor sanki. İnsan ilişkilerinden, medyaya, edebiyata, şehirciliğe, sosyal hayata, her şeye... Bu kırılıp dökülmenin anlatılması gerektiğini düşündüm. Bu ülke ne zaman mutlu olacak? Olan biteni doğru algıladığı zaman olabilir mi acaba? Sözgelimi, “Darbe yapanlar pis bir iş yapmışlardır ve cezalandırılmaları gerekir” Bir toplum bunu böyle algılamıyorsa, o ülkede kötüler her zaman iktidarda kalır. En temelde böyle bir şeye itirazım var. Bu roman bu itirazın, bu isyanın romanı.

“İnsalık suçu işleyenlerin adlarının verildiği caddelerde, meydanlarda yaşamak bile bu romanı yazmak için başlı başına ilham verici.”

- “Tarih içinde tarih olabilecek kadar uzun” yaşamları olan karakterlerin özel hatlarına kadar inmek bir romancı için şüphesiz büyük bir başarı. Merak ettiğim şey şu; bütün bu karakterleri yazarken ne gibi okumalar yaptınız?

Hepsini yıllarca ağzı açık izlediğimi fark ettim. 1980 öncesi, ben küçücük bir çocukken gittiğim komşu evlerdeki lider portrelerini hatırladım. Demirelcilerin evi, Ecevitçilerin evi, ah onlar Türkeşci... Yıllar yılı merakımdan çöp sayabileceğim pek çok şey okuduğumu fark ettim. Şükür sonunda işe yaradılar. Faşistler anılarını yazınca vatansever oluyorlar, birileri hak, hukuk, adalet, eşitlik, ötekiler, dediğinde vatan haini. İnsanlık suçu işleyenlerin adlarının verildiği caddelerde, meydanlarda yaşamak bile bu romanı yazmak için başlı başına ilham verici bir şey.

- 6-7 Eylül olayları, Maraş ve Sivas katliamları gibi kirli tarihsel süreçler yaşadık. Sizin romanınızı resmi tarihe bir itiraz, bir cevap hakkı, kullanmak isteği olarak düşünüyorum. Bu konu da neler söylemek istersiniz?

Evet. Kötülerin yazdığı, iyilerin katlandığı kirli tarihe itirazım var! Unutmaya, yok saymaya itirazım var. Bütün dünyanın kabul ettiği, bizim görmediğimiz utançlarla koyun koyuna yaşamaya itirazım var. Ülkenin kirli tarihinin bütün tanıklarının konuşması, konuşturulması gerektiğini düşünüyorum. Ben Resmigeçit’de anlattığım düşle hakikat arasındaki ülkede bunu yaptım. Vicdanı olanın böyle anlatacağı bir tarih yazdım. Diyarbakır Cezaevi’nde cehennemi yaşayanların, Ermenilerin, Kürtlerin, bu ülkede anlatılamayacak tarihini yazdım.

- Son olarak Şebnemi İşigüzel bu romanından sonra neler yazmayı düşünüyor?

12 yaşında annesini öldüren bir kızçocuğunu anlatıyorum.