Kaderimin Efendisi

Bu defa küçük şeyleri anlatmanın derdinde Şebnem İşigüzel. Küçük gibi görünse de hepimizin boyunu aşan, hayatı burnumuzdan getiren şeyleri..

Yazar, yüksek dozda, ağır, yakıcı bir ilacı, eli hafif bir hemşire gibi okurun damarına akıtma niyetinde. Görünürde sıkı bir iğne yemiş gibi hissettirmeden ama bir kez damarda dolaşmaya başladığında baş döndüren öyküler .

DOĞURAMAYAN EMİNE

Emine, naylon geceliğinin kollarını dirseklerine kadar kıvırmış, bir eliyle belini tutup bir eliyle duvara tutunmuş, her basamakta soluklanarak merdivenleri çıkıyordu. Merdivenlerin hemen karşısı muayene odasıydı. Ön dişlerinin arasında serçe parmağı girecek kadar açıklık bulunan ebe hanım, “Kız Emine,” demişti, “Bundan sonra yasak sana muayene odasına asansörle çıkmak. Şu merdivenleri in-çık-in-çık ki piçin aşağıya insin.”

Herkes karnındakine “piç” diyordu. Emine’nin piçi. Doğuramayan Emine’nin piçi. Oysa bir türlü doğuramadığı çocuğunun bir babası vardı ve beş ay öncesine kadar her gece çalıştığı Şanzelize Pavyon’a geliyordu. Şanzelize Pavyon, Bursa’daydı. Adam Bursa’nın bir köyünün zenginlerinden miydi, zeytinyağı fabrikası mı vardı, öyle bir şeydi işte. Emine’ye, konsomasyondaki adıyla Banu’ya tutulmuştu. “Sana Çekirge’de ev açayım mı?” diyordu adam. “Aç,” diyordu Emine. “Ç”leri uzatarak, arada bir kahkaha patlatıp hafifçe sallanarak bir kere daha tekrarlıyordu: “Aççç, beyim aç.” “Şerefe o zaman,” diyordu adam, “Hadi içelim.”

Adamın komutuyla fondip yapıyordu Emine.

Dört gün önce nüfus kâğıdındaki adıyla yatmıştı Bursa Devlet Hastanesi Kadın Doğum Bülümü’ne. Birdenbire dört gün önce hatırlamıştı, yıllarca Emine olarak Mersin’de yaşadığını, bir delikanlıya Emine adıyla âşık olduğunu, bu adıyla Mersin’den Bursa’ya kaçtığını. Sonrası bütün orospu hikâyelerine benzerdi. Genelevde, pavyonda gülüşerek anlatıyorlardı hikâyelerini birbirlerine. Gülerken yaş geliyordu gözlerinden:
“Kaçalım, evlenelim mi dedi sana, hah hah hah hah.”
“İlk üvey baban mı bozdu seni, hah hah hah hah.”
“Sonra evden mi kaçtın, hah hah hah hah.”
“Genelev sahibi teyzem diye mi tanıştırdı sana, hah hah hah hah.”
“Kızlığını diktireceğim, sonra da ailene teslim edeceğim diye mi götürdü seni pavyona, hah hah hah hah.”

Mersin’den Bursa’ya evlenme umuduyla geldikten sonra geneleve satılmıştı Emine. Altı ay çalışmştı burada. Çok genç olduğu için daha çok yaşlılar soruyordu çalıştığı numarayı. O zaman adının Emine olduğunu tamamen unutmuştu. Memeleri, göbeği ortada, bir numaradan, on iki numaradan ibaretti. İki moruk son nefesini vermişti üzerinde. Ünü “Can Alıcı Emine” diye yayılmıştı. Bu sahte ün onu bacakları açık, yatağa mıhlamıştı. Kumbarasındaki renk renk markaları sayan Sidikli Nurcan’a, “Kemiklerim ağrıyor abla,” diye yakarıyordu. “Arada dolu deyin, bir iki tanesini göndermeyin de soluklanayım.”

İşte, ünü o zaman Şanzelize Pavyon’a kadar ulaşmış, pavyon sahibi Kıymık Muhittin ziyaretine gelmiş, “Sen adamın canını tavanı seyrederek mi alıyorsun?” diye söylenmiş, yine de Emine’nin sahte ününe karşılık teklifini yapmıştı: “Benim buradan orospu çıkarmam uzun iş. Sen iyisi mi atla kaç. O zaman bunun hesabını benden sormaya çekinirler.”

Ertesi gün Emine’ye müşteri olarak gelen kişi, kaçtıktan sonra onu nereden alacaklarını tarif etti. Fırsattan istifade işini gördükten sonra da, “Sende bir numara yokmuş,” deyip gitti.

Emine, muayene odasının kapısında, karnı burnunda soluk soluğa durmuş, genelevden kaçışını hatırlıyordu. Çalıştığı odanın penceresinden aşağıya bakmıştı. Altı aydır doktor kontrolü dışında buradan çıkmamıştı. Düzenli olarak, jinekolojik muayene için götürüldüleri hastaneye varana kadar gördükleri ağzını kulaklarına vardırırdı.

“Apış arandan soksunlar demir mengeneyi, bakalım böyle kıkırdayacak mısın?” demişti bir keresinde kırk yıllık orospu Üçlü Sebahat. Kırk yıl iş görecek, taş gibi orospulardan değildi. Bir türlü emekli olamamasının sırrı, iki memesinin ortasında bir memesinin daha olmasıydı. Emine’yi bırakın, Üçlü Sebahat’i yıllardır tanıyan, memleketin bütün genelevlerinde beraber çalıştığı orospuların hiçbiri onun üçüncü memesini görmemişlerdi. “Nasıl Sebahat Abla, iki memenin tam ortasında mı?” diye sorardı meraklı orospular.

“Tam ortasında,” derdi Üçlü Sebahat, kırık kahkahalar atarak.
“Diğer iki memen kadar büyük mü?”
“Elime alıp tartmadım, ağzıma sokup tatmadım,” diye saçmalamaya başlardı Üçlü Sebahat. “Onu müşterilerime soracaksınız artık.”

Bu cevabının arkasından kahkahaları yükselir, gıcırdayan her yatağın altına girer, marka kutularına dolar, tırabzanlarda bekler, salya sümük akardı.

Orospular takıntılı olurlardı. Üçlü Sebahat’in üçüncü memesini görmek tek dertleriydi. Kimi zaman Üçlü Sebahat’den çıkanlara sorarlardı: “Abicim, anlatsana şu karının üçüncü memesini.”
“Bir kere bedavadan ver anlatayım, yerini de ellerimle tarif edeyim,” derdi aç gözlü ve beleşe meraklı müşteriler.

İşte o Üçlü Sebahat de, Emine’yle birlikte kaçıp bundan sonra Şanzelize Pavyon’da çalışacaktı. Konsomasyon alacak hali yoktu. Sadece gecenin bir vakti sahne alıp meraklısına üçüncü memesini gösterecek, garsonun tuttuğu buz kovasına ücretini bırakanlara da ellettirecekti. Üçlü Sebahat bu şahane işi, “Bundan iyisi Şam’da kayısı,” diye yorumluyor, takır takır gülüyordu.

Üçüncü katın penceresinden atlamadan evvel, Emine’nin aklına çarşaftan bir paraşüt yapmak geldi. Bunu kardeşinden görmüştü. Kendisinin büyütüp baktığı, tekne kazıntısı küçük kardeşinin en sevdiği oyun buydu. İkinci kattaki evlerinin balkonundan paraşütler yapıp kendini salıverirdi aşağı. Dışarıda sıkı rüzgâr vardı. Bahçenin ucundaki bir tek ağaç onlara doğru eğilip eğilip kalkıyordu. Çarşafların dört bir ucunu ayrı ayrı ayak bileklerine ve kollarına bağladı. Bunu yaparken Üçlü Sebahat yine kıkırdadı. Emine bir eliyle onun ağzını kapadı: “Sus abla, sus, yoksa basılırız.”

Üçlü Sebahat, Emine’nin ağzını kapatan elini itti: “Kız kaltak, ne diye çarşafımızı kıçımıza bağlayıp atlıyoruz ki. Şunları düğüm edip aşağı sallandırsak daha iyi değil mi?”

Öylesi daha kolaydı ama Emine bunu düşünememişti. Çarşafları çözüp birbirine eklemeye üşendi. “Atla abla,” dedi. “Hadi atla.”

Üçlü Sebahat, deliliğin verdiği cesaretle kendisini aşağı bıraktı. Rüzgâr onu da bahçenin ucundaki ağaç gibi bir sağa bir sola iteledi ama bir türlü paraşütünün altından girip yumuşakça uçuramadı. Üçlü Sebahat son kahkahasını atarak yere çakıldı. Hatta Emine onun sert to prağa tok diye düşüşünün sesini bile duydu. Buna rağmen atlamaktan korkmadı. Allah yardımcısı oldu, gün boyu üzerine akan menilerle ıslanan çarşaf şişti. Hatta bir ara ikinci kat penceresinin önünde asılı kaldı. Orada son müşterisini ağırlayan Sevim’i, Sevim’in bacaklarının arasındaki gövdeyi gördü. Ağır ağır uçtu, sırtüstü yerde yatan Üçlü Sebahat’in dört beş adım ilerisine indi. Sol kolu o zaman kırıldı. Ondan sonra hiç kaynamadı, her kış sızladı.

Ağzından kan sızan Üçlü Sebahat, bütün gücünü toplayıp Emine’ye şöyle dedi: “Kurtuldum kız.”

Ölüm her orospu için kurtuluştu. Bütün orospular Üçlü Sebahat’in yerde yatan ölüsünün başında, bir gün benzer şekilde vuku bulacak kendi sonlarına ağlayacaklardı. Sonra da kaypaklıklarını yapıp Üçlü Sebahat’in üçüncü memesini görmek üzere eğileceklerdi. Emine de öyle yapmıştı. Kendi sonuna gözyaşı dökerek usul usul çözmüştü Üçlü Sebahat’in düğmelerini. Yakalanmaktan çok ne göreceğinin merakıyla çarpıyordu yüreği. Üçlü Sebahat’in üçüncü memesi yoktu. Şaşkınlıkla iki memesinin arasında, memelerinin altında aradı üçüncü memeyi. Hatta göbeğinde, koltuk altlarında, bütün gücüyle gövdesini yan çevirip sırtında. Üçlü Sebahat’in üçüncü memesi yoktu. Peki; Şanzelize’de sahneye çıktığında neyini gösterecekti? Yoksa oraya varamayacağını biliyor muydu? Bu kaçış imkânsız mıydı?

Kırılan sol kolunu tutarak kaçtı Emine. Hızlı hızlı koştu. Gölgesini karanlıklara gizledi. Omzunun yanıbaşından geçen kurşunu bile gördü. Kendisini bekleyen beyaz Chevrolet’ye atladı. Şanzelize Pavyon’un bodrumunda para sayan Kıymık Muhittin, Emine’yi karşısında görünce çok şaşırdı: “Nasıl kaçabildin kız, ölünü beklerken dirin geldi.”

O ayrık dişli ebe çoktan muayene etmişti Emine’yi. Şimdi, “İndir kız bacaklarını masadan,” diyordu da duymuyordu Emine. Genelevden Şanzelize Pavyon’a nasıl kaçtığını hatırlamanın sırası mıydı? Bak, doktor hanım gelmişti, karşısındaydı ve ona soru soruyordu: “Kaç yaşındasınız, Emine Hanım?”

Ön dişleri, arasından serçe parmağı geçecek kadar ayrık olan ebe, doktorun Emine’nin adının sonuna “Hanım” eklemesi yapmasına güldü. Alay ediyordu açık açık, “Bu orospudan hanım olur mu?” diye.
Doktor Hanım, “Yirmi üç yaşındayım,” diyen Emine’yi dinlemeden ebe hanımı azarlamaya başladı: “Bakın, ebe hanım, hastalarımızın nereden geldikleri ve ne işle meşgul oldukları sizi ilgilendirmez. Benim yanımda, benim hastama bu şekilde davranırsanız, kendinize çalışmak için başka servis arayın.”

Emine, diğer soruları cevaplandırmaya başladığından doktorun söylediklerine, ebenin neden güldüğüne kafa yoramadı. Ne olup bittiğini anlayamadı. Herhalde yine orospu olduğu için, pavyonda çalıştığı için horlanmıştı. Ebenin kendisine “Hanım” denmesine gülmesine, doktorun onu savunmasına değil de, kaldığı odadaki diğer beş hamilenin onu dışlamasına, onunla konuşmamasına, kocalarının getirdiği muzları, elmaları, ekşili dolmaları, salamura yaprakları onunla paylaşmadan yemelerine içerleyip ağlamaya başladı. Doktor tam, “En son ne zaman âdet gördünüz?” diye sormuştu ki Emine’nin hıçkırıkları duyuldu, gözyaşları yanaklarından sicim gibi akmaya başladı. Zavallı doktor onun doğuramadığı için ağladığını düşünmüş olmalıydı. Bu yüzden, “Üzülmeyin, Emine Hanım, bazen normal doğum tarihinin üzerinden on, hatta yirmi günlük sapmalar olur. Belki sezeryan yaparız,” diye onu avutmaya çalışıyordu.

Emine muayene masasından indi, kapıya doğru yürüdü. Hayret, ebe koluna girmiş, ona refakat ediyordu. Emine buna çok sevindi, gülümseyerek gözyaşlarını sildi. Ama muayene odasının kapısını kapatıp koridora çıktıkları anda, ebe onu “Orospu!” diye itiverdi.

Duvara tutunarak, duvara yaslanarak gidiyordu. Gözyaşlarının tozlu basamaklara damlayıp yayıldığını görüyordu.

“Bu benim kaderim,” diyordu içinden. “Hangi orospu iyiliği hak eder?”

Düşüne düşüne, ağlaya ağlaya indi merdivenlerden. Koridorda o pis hademeyle karşılaştı. Katran karasına dönmüş bir suyla paspas yapmaya koyulmuştu. Gözlerini yerden ayırmadan kaldığı odaya doğru yürüdü. Ama hademe onu sıkıştırmaya niyetli görünüyordu: “Namusunu yiyem senin. Doğuramadın mı daha piçini? Şu fakire sevabına bir kere versen, bak nasıl çıkar o piç yerleştiği yerden.”

Hademenin nefesinin kokusu burnunun dibine kadar geldi. Paspasın kirli saçakları çıplak ayaklarına, ayak bileklerine değdi. Emine bundan çok iğrendi. Ayaklarını yıkamak istedi. Bu yüzden yolunu değiştirip tuvalet ve banyoların olduğu tarafa doğru yürüdü. Tuvaletin kapısında aynı odada kaldığı iki hamileyle karşılaştı. Belli ki ellerini yüzlerini yıkamışlardı, sabun kokuyorlardı: “Orospunun teki gelmiş seni ziyarete, aşağıda bekliyor,” dedi çatık kaşlı olanı. Ardından koridorun diğer ucundaki hademeyi azarladı: “Sana kadınlar uyuduktan, odalarına çekildikten sonra paspas yapacaksın demediler mi? Mecbur muyum karnım burnumda, geceliklerle senin önünde dolanmaya!”

Emine ayaklarını yıkayıp aşağı indi.

Şanzelize Pavyon’dan arkadaşı Serpil, karşısına güvercin gibi dizilmiş hamile kocalarını süze süze sigara içiyordu. Bacak bacak üstüne atmıştı. Orospu olduğu, ucuna kadar belli memelerini gösteren elbisesi olmasa da anlaşılır bir şeydi. Emitasyon küpeleri, ben orospuyum diyordu. Lameli topuklu terlikleri, gel bir şeyler düşünürüz diye çağırıyordu. Gözleri, anlamadın mı ben o yolun yolcusuyum diye fısıldıyordu. Erkeklerden korkmam, bak memelerimi gere gere, tıkır tıkır geçiyorum bakışlarınızın üzerinden.
“Hamile olduğum halde, benim de orospuluğum üzerimden akıyor mudur böyle?” diye düşündü Emine.

Nasıl duyulmuştu önce genelevde, sonra Şanzelize Pavyon’da çalıştığı? Doğuramayan Emine olarak anılsaydı, orasını burasını ellemeye çalışan hademeler, “Bacım” demezler miydi? Onu her gördüklerinde “Allah kurtarsın bacım,” temennisiyle başlarını öne eğmezler miydi?

“Aptal, ne boktan şeyleri kafana takıyorsun böyle,” dedi Serpil. “Namuslu karılar insanı böyle bozar işte. Bak, on beş yıllık orospuyum, benden sana abla tavsiyesi, orospudan başka dost edinme, namuslu karıların arasına karışma.” Sigarasını derin derin içine çekti Serpil. Dumanını üfürdüğünde daracık bir üçgen oluştu havada. Sonra konuşmasını kendinden emin haliyle sürdürdü: “Aptal oluruz biz orospular. Aptal olmayan düşer mi böyle? Herkes kaderinin efendisi. Biz orospulara mahsus, Allah’ın alnımıza yazdığını okumak.” Sözünün burasında ucundaki ojeleri kabuk kabuk kalkmış başparmağının tırnağıyla, alnına izi hafifçe belli olan çizgi çizdi. Hâlâ ağlamakta olan Emine’ye kızdı: “Sen ne bok olduğunu bilmiyor musun? O zaman namuslu insanların seni yerin dibine sokmalarına ne diye alınıyorsun?” Serpil sigarasından derin br nefes daha aldı ve “Geri zekâlı,” dedi. Sonra karşılıklı sustular.

Serpil etrafı seyretmeye koyuldu. Birden yerinden kalkıp arkadaşının boynuna sarıldı: “Dayanamıyorum sana kaltak! Şengül’ün sözüne uyup doğurmaya kalkıştın. Hiç o köylü seni alır mı? Ama bütün orospular çocuğunu doğurunca metres tutulacağına, pavyondan, genelevden çıkarılacağına inanır. Ben de inanmıştım senin gibi. Tekme yiye yiye düşürdüm bebeğimi. Orospu dediğin her şeye inanır yavrum. Geçelim bunları...”

Kalktı, yerine oturdu Serpil. Parmağının ucuyla gözlerinin nemini aldırıverdi. Yanıbaşındaki paketi Emine’nin önüne attı: “Senin köylü göndermiş bunları. Merak etme, işe yarar bir bok yok içinde. Çocuk için don, zıbın, bez filan. Sana da ‘beşibiryerde’ göndermiş. ‘Ne çocuğu bana getirsin, ne gözüme görünsün,’ demiş. Yani o beşiriyerdeyle piçini büyütsün demeye getirmiş.”

Emine paketi kucağına koydu. Merak edip açık olan köşesinden baktı. “Patronun da sana haberi var,” diye devam etti Serpil: “Dua etsin ki pavyonda tadilat var, bütün karılar izinli, yoksa tuvalette doğururdu, dedi senin için. Pavyon kapalı diye elimiz armut toplamıyor. Geçen gece iki işe gittim. Diyeceğim, bana lazım o, elini çabuk tutsun doğuracaksa doğursun piçini, diye haber gönderdi bizimkisi. Ona göre, sonra bir tatsızlık olmasın.”

Serpil sigarasını söndürüp kalktı. Kuvvetlice söndürmüştü sigarasını. Bu, Emine’nin dikkatini çekmişti. “Doğurur doğurmaz arattır bizi,” deyip gitti Serpil. Emine oturduğu yerde kaykılıp arkasından baktı Serpil’in. Sonra arkadaşının getirdiği, içinde muz ve elmaların seçildiği meyve torbasını ve çocuğunun babasının gönderdiği paketi alıp odasına çıktı. Odadakiler konuşuyorlardı ama o gelince sustular. Meyveleri komidinin üzerine bıraktı. Yatağına oturup paketi açtı. İçinden bir sürü tulum, zıbın, şapka, çorap çıktı. Paket yumuşak, minicik, güzel bebek giysileriyle doluydu. “Aşkımızın elbiseleri bunlar,” diye düşündü. Çocuğunun babasını gerçekten sevdiğini düşündü sonra. Bu sevginin, aşkın karşılıklı olduğunu. Bir sürü işareti vardı bu aşkın. Her şeyi başkaları bozmuştu. İyi bir adam olmasaydı bütün bunları göndermezdi. Patrona para sıkıştırıp onu hastaneye yatırmasını istemezdi. İstediği kadar pavyon tadilatta olsun, patron onun iyiliğine diye böyle bir şeyi hayatta yapmazdı.

Korktuğu için bırakmıştı Emine’yi böyle tek başına. Korkmanın ne demek olduğunu Emine çok iyi biliyordu. Adama kızamamasının tek nedeni buydu.

Emine bebek giysisi oldukları için mi bebek gibi koktuklarını merak ettiği giysileri yatağının üzerine tek tek açtı. Sonra çorap ve zıbınına kadar eşleştirdiği takımları tek tek oda arkadaşlarına götürdü: “Çocuğumun babası göndermiş bunları. Benim bebeğimin bunları giyecek yeri yok. Ev gezmesine filan gitmeyiz biz. Bu yüzden çok bunlar. Kabul edersen senin bebeğinin olsun.”

Hamilelerin kimisi açgözlülükle aldı mağaza işi bebek takımlarını. Kimisi, “Piçinin çıfıtlarını al, defol,” diye tersledi Emine’yi. Emine, elinde kalan iki takımı bavulunun kıyısına koydu. Çişi gelmişti.

Tuvaletten çıkışta, burnunun dibinde yakasından düşmeyen hademenin nefes kokusunu duydu. Başını çevirdiğinde onu göremedi. Sonra birden bir el boğazına dolandı. Aynı nefes kokusunun bulaştığı bir el ağzını kapadı. Emine ayakları yerde sürünerek çekiştiriliyordu. Yere daha güçlü basmaya çalıştığı halde, topuklarıyla abandığı halde karşı koyamıyordu. Vücudunun karanlık ilaç kokulu bir odacığa itildiğini fark etti. Burası koridorun ucundaki ilaç deposuydu. Başka bir hademe kalın bir bandı ağzına yapıştırıverdi. Sonra kollarını tuttu. Diğeri memelerini sıkıyordu. Doğacak bebeğinin sütleri korkunç bir sızıyla aktı. Tekmeleri adamın dizlerine, karnına isabet ediyordu. Ama o pantolonunu indirmiş, Emine’nin çıplak baldırına diz çökmüştü bile. Bebek üç defa döndü.

“Önce ben Sıtkı kardeş,” diyordu üzerindeki, “sonra sen. İkimiz de istediğimiz kadar.”

Emine bütün gücüyle karşı koydu. Beş yıl önce sevdiğinin peşine takılıp Mersin’den Bursa’ya gelen Emine gibi savurdu tekmelerini, geçirdi tırnaklarını. Ama olmadı. “Orospuluğunun cezasını ödedin,” diye avuttu kendilerini hademeler. Emine onların fermuar seslerini duydu. Ağzındaki bandı açıp, “Siktir git şimdi,” dediler. “Cehenneme kadar yolun var.”

Emine kolundan tutulup dışarı savrulurken, onların “Şikâyet edersen...” diye başlayan tehditlerini duymadı. Kanı, bebeğinin suyu, adamların pislikleri akıyordu bacaklarının arasından. İlaç deposunun önündeki kuytu köşecikten çıkıp koridorda yürüdü. Ayaklarını sürüyerek, ağır ağır. Koridor penceresinin rüzgârla şişen tülünü sıyırdı. Rüzgâr ona genelevden pavyona kaçtığı, Üçlü Sebahat’in yere çakılışını seyrettiği geceyi hatırlattı. Bir türlü doğuramadığı bebeği dönüp duruyordu. Alçak pencerenin eşiğine kolayca çıkıp çömeldi. O sırada kendisinin de kaldığı odanın kapısı açıldı. Hamilelerden birisi, herhalde çatık kaşlı olanı kapıda belirdi: “Ne yapıyorsun?” dedi.

Şaşkınlıkla baktılar birbirlerine.

“Atlayacağım,” dedi Emine boğuk boğuk ağlayarak.
“Allah’ın verdiği canı Allah alır. Tövbe!” dedi kapıdaki hamile. Aralarındaki boşluğu dolduracak bir adım bile atmadan söyledi bunu.
“Onun yazdığını şaşadım. Ne çıkar, ölümüm kendi elimden olsa. Bir kere onun sözünden, yazdığından çıksam.”

Bu kadar uzun ve düzgün konuşabildiğine şaşırdı Emine. Sonra hastanenin arka bahçesini bürüyen otlara, o otların rüzgârla deniz gibi dalgalanıp yumuşacık görünmelerine de...

Hiç tereddüt etmeden atladı.

İki gün sonra yerel gazetedeki intihar haberini görse kuşkusuz çok sevinirdi. Doktor Hanım’ın verdiği bilgilere dayanılrak yazıldığı anlaşılan haberde, ne konsomatrisliğinden ne de vaktiyle Bursa Genelevi’nin “Can Alıcı Emine”si olduğundan söz ediliyordu. “Doğuramayan Emine” diye başlıyordu haber. Doğuramadığı için düştüğü bunalımdan söz ediliyordu. Onu yere çakan sırların, sıkıntıların kırıntısı yoktu. Sadece onun çok hoşuna gidecek, “Doğuramayan Emine” yalanı üzerine kurulmuş bir hikâye vardı bu haberde.